Tuesday, August 08, 2006

BÜYÜMENİN BİTMEYEN SANCILARI

O gece meyhanede 15 kişiydik toplanan. 30''una merdiven dayamış lise arkadaşlarıydık. Okuduğumuz ve büyüdüğümüz şehirden uzakta, İstanbul''da hayat mücadelesi verip ayakta kalmaya çabalayan 80''ler kuşağının -marka kültürünü ucundan yakalamış ama ne tam benimsemiş, ne de reddetmiş- arada kalmış çocuklarıydık. Ülkenin en iyi eğitimi veren özel liselerinden biri olan ve en önemlisi de öğrencilerine Türkiye sınırlarında bir okulda olabilecek en son sınıra kadar kendini ifade etme olanağının tanındığı okulumuzdu sanırım bizi dışarıdaki hayata yabancı kılan.', 'Üniversiteden mezun olduğumuz dönem, banka memurluğu ve müfettişliği sınavlarının en yoğun olduğu zamandı. Bu yüzden birçoğumuz -neredeyse erkek arkadaşlarımızın tamamı- "bankacı" olmuştu. Kiminin bir müzik grubu kurup yurtdışına açılma hayali, kiminin turizm sektöründe hem para kazanıp, hem de eğlenceli bir iş yapma amacı, kiminin yurtdışında moda okuduktan sonra yine orada kalıp bir ün kazanma düşü, hayatın somut gerçekleriyle buluşamamıştı. Bozkırdaki yeşil yuvanın dışındaki hayata hazırlıksız yakalanmış, düşlerimiz baş etmeye çalıştığımız hayal kırıklıklarına dönüşmüştü.

Liseden mezun olduktan, farklı üniversitelerde okuyup, farklı mesleklere ve kurumlara dağıldıktan 10 sene sonra fark ettik ki okuldan sonraki her ortam, yabancı bir ülkeydi bizim için. Başka memleketlerin insanlarıyla doluydu her yer; ayrı dilden konuşan, değişik ama aynı tarzda davranış kalıpları olan insanların arasında yabancıydık. Sık sık çevremizdekilerden "Söylemesen daha iyi olur aslında düşündüğünü, patronun/müdürün/amirin hoşuna gitmeyebilir" uyarılarını alıyorduk. Artık kendini ifade etmenin değil, kişiliğini saklamanın gerektiği bir dünyadaydık. Ve kurallarına uymayı reddettikçe de yara alıyorduk.

Şimdi İstanbul''da -büyük şehirlerde yaşayıp da "memleketini" anmak için birbirlerinden ayrılmayan küçük illerden gelen insanlar gibi- birbirimizi bulmuş, hala kendimizi ayrık otu gibi hissettiğimiz bu dünyada can yoldaşı olmuştuk. Başarı öyküleri dinleyerek okumuş, büyümüş ve hepimizin olmak istediğimiz en iyi yerde olacağımıza ve en iyi şekilde yaşayacağımıza inanmıştık. Aslında belki de kendimize ve birbirimize -daha fazla hayal kırıklığına uğrama korkusuyla- itiraf etmekten kaçınsak da hala inanıyoruz ve bekliyoruz. İleride çok güzel bir yaşam var diye düşünüyoruz.

Herkes üç aşağı beş yukarı bu ve benzeri konuları konuşurken karşımda oturan arkadaşım "Asıl başarı öyküsü ne biliyor musun?" dedi, "Gidip Bodrum''da limon ya da kahve yetiştirmek belki de. Bahçene muz ağacı ekip, büyüdüğünü gördükçe sevinmek. Bir arkadaşım -üstelik karısı ve ufak bir çocuğu da vardı- bir bankada yöneticiydi. Ve yoğun ve gergin bir işgünü sonrasında geldi buna gelenler. Birden kapattı İstanbul''daki evini ve bir şey planlamadan karısı ve çocuğuyla Bodrum''da aldı soluğu. Muazzam bir birikimi de yoktu üstelik, sadece cesur davrandı biraz. Yalıkavak''ta bir ev kiraladılar uygun bir fiyata. Şimdi kahve yetiştiriyor ve yılda İstanbul''a iki kez gelip Merter''den 1 milyona bir sürü tişört alıp, üstüne de sevimli bir şeyler bastırıp, yazın turistlere tanesi 20 dolardan satıyor. Hayatını kazanmak diye buna derim ben. Vakti var, istediği ve zevk aldığı şeyleri yapıyor, çocuğunun nasıl büyüdüğünü bire bir görüyor, karısıyla daha fazla zaman geçiriyor. İşte bu adam yaşamının efendisi bence. Bir gün bana da heyheylerin gelmesini bekliyorum şimdi."

Bizler, on sene önce idealist planlar ve büyük hayallerle yola çıkan ülkenin "geleceği parlak" gençleri, yaşamın gerçekleriyle yüzleşip, manen törpülendikçe, huzur bulacağımız ve "kendimiz" olacağımız basit hayatların hayalini kuruyoruz şimdi. Bu canhıraş yaşam mücadelesini, "bıçkın" mahalle delikanlılarına ve gözü açık, fingirdek kızlarına bırakmalı ve belki de kahve yetiştireceğimiz ve istediklerimizi yaşayabileceğimiz bahçeler yaratmalıyız kendimize, kim bilir...

No comments: