Wednesday, December 30, 2009

Etkili ve güzel konuşma kuralları

*Giriş ve bitiriş cümleleri hayati önem arzeder,dikkat!

*Ağzınızdan çıkan her cümle muhataplarınızı yakından ilgilendirsin,onların ihtiyaçlarına yönelik bilgiler ihtiva etsin.

*Gereksiz ayrıntılarla muhataplarınızı sıkıntıdan patlatmayın,beş dakikada bir ilginç ayrıntılara yer verin.

*Muhataplarınızın yüzüne ,hatta gözlerinin içine bakın:asla mırıldanarak konuşmayın.

*Üç cümlenizden birisi soru cümlesi olsun,soru cümleleri muhatapları uyanık tutar,kendine getirir,konsantre eder.

*Ne konuştuğunuz değil,nasıl konuştuğunuz önemlidir.

*Enteresan olaylara,merak uyandırıcı hatıralara yer verin.

*Hiç bir şey bilmeseniz bile samimi konuşun ,hayatınızın en etkili hitabetini yapmış olursunuz.

*Dinleyicilerinizi usulüyle övün,etkileyiciliğiniz % 50 artar.

*Asla ezberlenmiş bir konuşmayı mekanik tarzda sunmak tarzındaki bir konuşmayı denemeyin.

*Anlatacağınız konu hakkında heyecanlı,arzulu ve şevkli olun.

*Konuşmanızı dinleyicilerle paylaşın.

*Kendinizi dinleyicilerle özdeşleştirin.

*Kendinizden örnekler verin,samimi itiraflarda bulunun ama şahsi reklama girmeyin.

*Göze ve kulağa beraber hitap edin,bunun için teknolojiden faydalanın.

*Dinleyicilerinize sevgi ve saygı gösterin,bunu her birine hissettirin.

*Örnekleriniz bol olsun.

*Sözlerinizin yankısını muhataplarınızın beyninde yüreğinde duyun.

*Beden dilinizi ustalıkla ve şuurlu olarak kullanın.

*Asla yıkıcı ,olumsuz,ümitsiz ifadeler kullanmayın.

*Ses tonunuz bazen hiptonik,bazen vurucu olsun.

*Hazırlıksız konuşmamaya çalışın.

*Dinleyicileriniz sanki ayağa kalkıp size cevap vereceklermiş gibi konuşun.

*Konuyla ilgili güldüren ama düşündüren esprileriniz mutlaka bulunsun.

*Konuya farklı ve ilginç açılardan bakın.

*Somurtarak konuşmayın,tebessümünüz bol olsun.

*Sorular çoksa,başarılı bir hatipsiniz demektir.

*Arada bir siz susun,sessizliğiniz konuşsun.Sukutunuzla da konuşmayı bilin.

*20 dakikalık konuşma da şok edici en az iki bilgi bulunmalıdır.

*Dinleyicileri şu andan alın,25 yıl ötesine götürün:gerekli motivasyonu sağladıktan sonra tekrar bu güne getirin.

*”Bu konuşmanın belki de en can alıcı cümlesine geldi sıra...”tarzında ifade(leri)niz mutlaka
bulunsun ve o cümle hakikaten can alıcı olsun.

*Her müthiş tesbitten sonra siz,dinleyicilerden beş kat daha fazla dehşete düşün,bunu herkese hissettirin.

*Dinleyicilerden birkaçını seçin,onlarla kısa süreli birebir diyalog kurun.

*Konuyla ilgili bazı önemli kavramları veya şekilleri yazdığınız kağıdı dinleyicilere gösterin,okutun.

*Bazı sürprizler yapın,böylelikle konuşmanızın etkisini %30 artırabilirsiniz.

*Anlattıklarınızın nasıl pratik hayata geçirileceğine dair yollar gösterin."

Friday, August 21, 2009

Sigorta Satışı - Akıllı Pazarlama Hikayesi

Sigortacının biri orduya gider. Askerler iştimadadır. Başlar anlatmaya;

- ''Ben size sigorta satmaya geldim sigortası olmayanlar savaşa gittiğinde beynine bir kurşun yerse, ailesi hiç para alamaz. Sigortalı olanların ailesine ise, devlet yüklü bir para öder. Şimdi kimler sigorta yaptırmak istiyor?"

Kimseden ses çıkmaz.

İki kez daha anlatır ama yine ses çıkmaz. Sigortacı gitmek üzereyken kıdemli bir Başçavuş gelir ve;

- ''Bir de ben anlatayım, ben bunların dilini konuşurum'' der ve askerlere seslenir;

- ''Beyler, şimdi siğorta olup da beynine kurşun yiyenlere devletin ne kadar para ödeyeceğini duydunuz mu?''.

- ''Duyduk'' der herkes.

- ''Şimdi siz hesap edin. Bundan sonra ilk çıkacak savaşta devlet, savaşa sigortası olanlarımı, sigortasız olanlarımı sürer?''...

Kişisel Gelişim Kuralları

Kural 1: Asla kendinden şüphe etme... Sen ne hissediyorsan o her zaman doğrudur. Dünyadaki bütün insanlar toplansa ve sana aksini söylese bile senin hissettiklerin senin için doğrudur. Onlar farklı hissedebilir, farklı düşünebilir ama bu senin hissettiklerinin yanlış olduğunu göstermez, sadece onlardan farklı olduğunu gösterir.

Kural 2: Asla farklı olduğun için utanma. Eğer çevrende senin gibi düşünen, seni anlayan insanlar yoksa o zaman çirkin ördek yavrusu hikâyesini hatırla... Muhtemelen sen yanlış yerde, yanlış insanlarla birlikte olduğun için seni anlamıyorlardır. O halde hedefin ait olduğun yeri bulmak olmalıdır. Asla muhteşem bir kuğu olduğun gerçeğini unutma ve ördek olmak için uğraşma.

Kural 3: Geçmişte yaptıkların için pişmanlık duyma ve özür dileme. Yasadıklarının senin için önemli bir ders olduğunu kendine hatırlat. Bu tecrübe ile aldığın bilgiyi özenle incele, olayda yaptığın hataları ve yeniden ayni durumda olsan nasıl davranacağını iyice duşun ve gelecek olaylar için kendini hazırla. Kırılan vazo tamir edilemez ama gelecekte başka vazoların kırılması önlenebilir.

Kural 4: Mümkün olduğunca kimsenin senin adına karar vermesine izin verme ama başkalarının hakli olabileceğini de unutma. Bu hayat senin ve istediğin gibi yasamaya hakkin var, fakat başkalarını dinle ve onların bakış acısını anlamaya çalış.

Kural 5: Ailen dışındaki insanlarla ilişkilerinde asla kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atma ve kendini hayallerle kandırma. Her zaman ama her zaman önce sen gelmelisin. Asla başka insanlar üzülmesin diye kendini üzmeyi tercih etme. Sen kaldırabiliyorsan, onlarda kaldırabilir. Karsındaki insan senin mutluluğunu düşünmüyorsa ve senin üzülmene yol acıyorsa, o zaman o insan sana değer vermiyor demektir. Bu kişileri değiştireceğini yâda sana zamanla önem vereceğini düşünme. Sana karşılıksız sevgi veren ve senin için her şeyi göze alabilecek tek insanlar ailendir.

Kural 6: Asla kaybetmekten korkarak, sırf inanmak istediğin için karsındaki insanin sevgi sözcüklerine inanma. Sevgi insanin kalbindedir, gözlerindedir, davranışlarındadır, ses tonundadır, sana verdiği önemde ve değerdedir, senin için yaptığı fedakârlıklardadır. İnsanlar çok kısa zamanda sevgi sözcüklerini umarsızca dağıtmaya başlarlar. Bunları dinle ama gerçek sevgiyi >karsındakinin davranışlarına bakarak bul. İnanmak istediğin için değil gerçek olduğu için karsındaki insanin sözlerine inan...

Kural 7: Her zaman ama her zaman, mutlaka kalbini dinle. Hayatta senin için neyin doğru olduğunu bir tek içindeki ses söyleyebilir. Dolayısıyla içindeki sesle konuşmayı öğren. Her gün kendinle kalmak için zaman ayır ve kalbini dinle. Başka şekilde hissetmek için ikna etmeye değil, gerçekten ne hissettiğini bulabilmek için dinlemeye çalış. Bazen içindeki ses sana çok zor geleni yapmanı söyleyebilir yâda duymak istemediklerini söyleyebilir Korkma... Ve içindeki sesi dinlemeye devam et...

Kural 8: Her zaman ama her zaman, mutlaka kendine iyi davran. Kendini sev, şefkatle yaklaş. Yanlış yaptığında acımasızca kendini eleştirip üzme... Aksine basını oksa, kendini kucakla ve her şeyin geçeceğini söyle. Üzgün olduğunda, kırıldığında, acı çektiğinde, mutsuz hissettiğinde kendine özen göster, tıpkı hasta bakar gibi kendine bakim uygula. Yapmaktan hoşlandığın aktivitelerle meşgul ol ve bu durumdan çıkarak kimsenin seni incitmesine, üzmesine izin vermeyeceğini göster.

Kural 9: Hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu asla unutma ve bedel ödemekten istemediğin için kendini boşlukta bırakma. Örneğin bir insani incitmişsen, ödeyeceğin bedel o insanin güvenini yitirmektir. Eğer seni sevmeyen biriyle birlikteysen, yalnız kalmaktan korkup ilişkide kalma, çünkü kalmanın bedeli sevgisiz bir hapiste yasamaktır. Eğer farklı olmaktan korkuyorsan ve başka insanları taklit edip onlar gibi olmaya çalışıyorsan, ödeyeceğin bedel kendine olan saygını yitirmek olacaktır. Diğer taraftan bazen kendin gibi olmanın bedelinin de yalnız kalmak olduğunu unutma. O halde yasamda her zaman bir bedel ödeyeceğini hatırla. Bir adim atmadan önce mutlaka ödeyeceğin bedeli bil ve kazanacaklarına değip değmediğine bakarak kararlarını ver.

Kural 10: İnsanlara karsı nazik ve sevecen ol, ne olursa olsun asla bir başka insani kırmak için konuşma, bilinçli olarak üzmeye çalışma ve kendi acını hafifletmek için bir başkasını yaralama.

Kural 11: Hayatta en büyük dostun sen olabileceğin gibi hayattaki en büyük düşmanın gene sen olabilirsin. Seçimini yap ve kendin için dostu mu yoksa düşmanı mı olacağına karar ver. Yasamdaki tüm acıları atlatabilirsin, her şeye rağmen mutlu olmayı başarabilirsin, istersen kotu alışkanlıklarını bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsin. İstersen kendine yeni bir hayat kurabilirsin. Eğer kendinin dostu olabilirsen.

Kural 12: Asla tecrübe kazanmaktan kaçma Ne kadar zor olursa olsun, yeniden ayağa kalk ve yola devam et. Hayati öğrenmek için o tecrübelere ihtiyacın var. Kalbin ask acısı ile yaralanmış ise, sonsuza kadar kendini aska kapatma. Ruhun insanların acımasızlığı ile incinmiş ise, hayata kusup kendini karanlık bir dünyada yasamaya zorlama. Bedenin çok büyük acılar çekmişse, kendini uyuşturup bırakma. Unutma bilge insan hayati yaşayandır. Cesur insan korkusuzca devam edebilendir. Kahraman insan tüm acılarına rağmen yenilmeyendir

Yazar Cigdem Alper

Monday, August 17, 2009

Kurbağalar - Normal ve Türkiye Versiyonu

KURBAĞALAR ( Normal Versiyon)

İki kurbağa süt güğümüne düşmüşler. Birisi biraz çırpınmış ve bakmış ki kurtulma ümidi yok, kendini bırakmış ve boğularak ölmüş. Öbürü çırpınmaya devam etmiş. Çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış...

Tam kollarındaki derman tükenecekken bir de bakmış ki süt, çırpınma nedeni ile, tereyağına dönüşmüş. Tereyağının üstüne çıkıp, bir sıçrayışta güğümden dışarı atlarken de düşünmüş:

'ikimiz birlikte çırpınsaydık daha mı erken kurtulurduk'


KURBAĞALAR ( Türkiye Versiyonu)

İki kurbağa süt güğümüne düşmüşler. Birisi biraz çırpınmış ve bakmış ki kurtulma ümidi yok, kendini bırakmış ve boğularak ölmüş. Öbürü çırpınmaya devam etmiş. Çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış...

Tam kollarındaki derman tükenecekken bir de bakmış ki süt, çırpınma nedeni ile, tereyağına dönüşmüş.

Minik kurbağayı izlemekte olan çiftçi, hmmm demiş, yayık mayık için yatırım yapmaya ne gerek var, üstelik yayık için kalifiye isçi (insan) lazım. Oysa kurbağa kullanarak biraz yavaş da olsa iyi-kötü tereyağı elde ediyorum, hem de bedavaya...

Bizim dermanı tükenmek üzere olan kurbağacık tereyağının üstüne çıkıp, bir sıçrayışta güğümden dışarı atlarken de düşünmüş:

'ikimiz birlikte çırpınsaydık daha mı erken kurtulurduk'.

Oysa heyhaat, kendisini kötü bir sürpriz bekliyormuş. Uyanık çiftçi, daha önce davranıp güğümün çevresine bir yığın başka güğümler koymuşmuş.

Üstelik her birinin içine iki-üç kurbağa atmışmış. Bizim tereyağı deneyimli kurbağa, az önceki deneyiminden hareketle, mecali tükenmek
üzere olmasına rağmen güğümdeki diğer kurbağalara seslenmiş:

"Hey arkadaşlar, umudunuzu kaybetmeyin, hep birlikte çırpınırsak daha erken kurtuluruz."

Artık çiftçinin keyfine diyecek yokmuş. Peş peşe güğümleri sıralıyor, kurbağalar da bu arada hep birlikte çırpınmaya devam ediyormuş. Çiftçinin artık tek yapması gereken, güğümde oluşan tereyağını boşaltıp güğüme yeniden süt doldurmakmış.

Çırpınıp duran kurbağacıklar yavaş yavaş, kurtuluşun böyle süt güğümlerinin içinde çırpınmakla olmadığı gibi bir şeyler düşünmeye başlamışlar ama bir yandan da çırpınmaya devam ediyorlarmış.

Masal şöyle devam eder.:))

Çırpınan kurbağalar sütü tereyağı yapmayı başarırlar ve zıplayarak kurtulacaklarını sanırlar-ama kazın ayağı öyle değildir bunu önceden düşünen uyanık çiftçi etrafa yığınla süt dolu güğüm koymuştur. Zıplayan kurbağalar yandaki süt dolu güğüme düşerler ve çırpınmaya devam ederler, dayanamayan kurbağalar ölür, dayananlar köle gibi çırpınmaya devam ederler…

Çırpınmaya devam eden kurbağalardan ses seda alamayan
dışarıdaki kurbağalar bu işten kıllanırlar ve yavaş yavaş çiftlikten ayrılmaya başlarlar. Çiftçi bir süre sonra yeni kurbağa da bulamaz…

Güğümlerdeki kurbağa sayısı gün geçtikçe azalır, tereyağı satmaya çalışan çiftçinin tereyağlarına, ölü kurbağa kokusu sindiğinden malını satamamaya başlar, kriz baş göstermiştir.

Çiftçi, IMF ve Dünya Bankasına baş vurarak yeni güğüm,süt ve kurbağa ister… Aynı senaryoya devam etmek için :))

Tarihimizdeki bazı bilinmeyenler

Çağdaşlaşma Yolunda

l930'lu yılların Türkiyesi'nin Urla gibi bir Ege şehrinde dahi açlıktan insanların öldüğünü...

Ortalama bir memurun aylık maaşının 50 lira olduğu bu dönemde, çağdaşlaşma yolunda(!) 75 000 lira gibi büyük paranlar ödeyerek heykel yaptırdığımızı (1)

Kendinizi Türklere Emanet Edin

16. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin gelişme yolu üzerinde direnmiş ve Türk orduları ile savaşa tutuşmuş olmasından dolay Katolik Avrupa tarafından kendisine "Hıristiyanlığın şövalyesi" ünvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın ölüm döşeğin de, evlatlarına gayet ibretli bir şekilde:

"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Türklere emanet edin. Adil ve merhametlidirler" diyerek nasihat ettiğini …(2)

Talan Edilen Mirasımız

Şanlı Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazinin mübarek anası Hayme Hatunun Domaniç’teki türbesini ulu hakan Abdülhamid Han'ın, ecdadına hürmetinin ifadesi olarak büyük bir itina ile tamir ettirip pencerelerini atlas perdelerle kaplattırdığını ve zeminini de Hereke dokuması muhteşem bir halı ile, döşettiğini . . .

Daha sonraları iş başına gelen Halk Partisi döneminde ise o muhteşem halının türbeden gasp edilerek, partinin İnegöl ilçe yöneticilerinin kapılarına paspas yapıldığını ve atlas perdelerinin de kaymakamlık binasında kullanıldığını... (3)

Ecdadımızın Silinmez İzleri

1976 yılında Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde, deniz suyunu tatlı suya çeviren bir tesisin açılışından sonra meslektaşları ile sohbete girişen dönemin Türkiye Büyükelçisi Necdet Özmen'in bir ara söze: "Bu Suudi Arabistan'ın ilk tuzdan arıtma tesisidir" diye başlaması üzerine

Fransız Büyükelçisinin hayretler içinde kalarak:"No... Sör... Bu Suudi Arabistan'ın ilk tuzdan arıtma tesisi değildir. İlki Osmanlılar'ın 1800.lü yılların sonunda yaptığıdır" diyerek ecdadımızın eşsiz mirasından habersiz yaşayan elçimizi mahcup ettiğini ,,(4)

Bitmeyen Osmanlı Sevgisi

Balkanlar'dan Orta Doğu'ya kadar büyük bir coğrafyanın 1. Cihan Savaşından sonra elimizden çıkmasına rağmen, o topraklarda yaşayan halkın hala büyük bir hasretle "Osmanlı, Osmanlı " diye sayıkladığını ..

Budapeşte'den gelen bir yazarımıza bir Boşnak,ın'. "Madem ki İstanbul'a gidiyorsun Allah aşkına o şehrin toprağını benim için öp Allah benim canımı İstanbul'u görmeden . alması!" dediğini Trablusgarp'daki ihtiyar Cezayirlilerin , boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıklarını…(5)

Avrupa'da Akıncı Korkusu

1534 yılında Viyana'daki St. Stephen Katedrali'nde. Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak haber vermekle vazifeli bir memuriyetin ihdas edildiğini ve bu memuriyetin ancak 1956 yılında, Viyana Belediye Meclisince. Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından, bu vazifenin lüzumu yoktur" diye bir karar alınarak iptal edildiğini...(6)

Cennette Yer

Osmanlı Devleti'nin zirvelerde şahlandığı, akıncılarının Avrupa içlerinde at oynattığı bir dönemde. kilisede bir papazın vaaz verirken"Dünya hakimiyetinin Türklere fakat Cennet'in de kendilerine ait olduğunu... " söylemesi üzerine. bu taksime aklı yatmayan cemaatten bazılarının büyük bir ümitsizlik içinde: "Dünyada bizi yurtlarımızdan çıkaran Türkler hiç Cennet'te yer bırakırlar mı?" dediklerini...(7)

Batışın Remzi

Yükseliş dönemimizin ruhunu yansıtan mütevazı Topkapı Sarayına karşılık, yıkılışımızı remzeden Varsay taklidi Dolmabahçe Sarayının Avrupa'dan borç alınan para ile, 9 ton altın ve 41 ton gümüş kullanılarak inşa edildiğini... (8)

Şefzade'nin Dolmabahçe Sefası

İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde, oğlu Ömer İnönü nün gerek talebelik gerekse daha sonraki yıllarda koskoca Dolmabahçe Sarayını ikametgah olarak kullanıp, yattığı bir oda için bütün sarayın kaloriferlerini yaktırdığın ve ayrıca bu şefzadenin sarayda kadınlı kızlı gece alemleri düzenlediğini...

Bütün bu olanların dönemin Millet Meclisinde ciddi tartışmalara yol açtığını ve o gün mecliste bulunan baba İnönü nün kulaklığı takılı olduğu halde müzakereleri işitmemezlikten geldiğini (9)

Ağaca Asılan Zekat Parası

Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın. günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bulamadığını

Bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:

"Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını..

Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını (10)

Nebiler Sultanı nın Güzellikleri

Aşk bahçesinin yanık bülbülü Hazreti Mevlana'nın, Peygamberimiz'in (sav) üstün vasıflarıyla alakalı olarak:

Nebiler Sultanı'nın (sav) vasıflarının şerhini. eğer ben devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez. " dediğini...

Sahabi efendilerimizden Amr bin As'ın (ra): "Benim gözümde Resulullah'dan (sav)daha sevgili, benim gözümde Ondan daha büyük bir kimse yoktur. Ne var ki, Ona olan tazimimden gözüm doya doya Ona bakamıyordu " dediğini. . .

İmam Kurtubi'nin de "Nebiler Nebisi'nin (sav) güzellikleri bize tamamıyla gösterilmemiştir. Gösterilmiş olsaydı, gözlerimiz Ona bakmaya takat getiremezdi " diyerek İki Cihan Saadet Güneş’inin güzelliklerini bir nebzecik olsun anlatmaya çalıştıklarını..(11)

Osmanlı Arması

Merhum Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak " gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatıldığını ve kendisinin de suçlanarak mahkemeye sevkedildiğini

Necip Fazıl'ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde:

İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?" diye haykırdığını (12) Biliyor muydunuz?

Pasaport Farkı

Şanlı Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra, son derece üzgün ihtiyar bir Ürdünlünün, elindeki yeni Ürdün pasaportuyla İsviçre sefaretine giderek: "Herkes bu pasaportla alay ediyor Eskiden Osmanlı pasaportum varken selam dururlardı. Ben Osmanlı teb'asıyım ne olur bunu değiştirin" diye sefaret yetkililerine yalvardığını… (13)

Türk Köşesi

Devlet i Aliye yi Osmaniye'nin üç kıtada at oynatıp buyruk yürüttüğü ihtişamlı dönemlerinde, Avrupa'da Türk hayat tarzı ve modasının çok tesirli hale geldiğini Evlerinde Türk köşesi bulundurmayan sosyete mensuplarının ayıplandığını (14)

Reformun Böylesi

0 zamana kadar sadece batılıların kendi aralarında düzenledikleri balolara, yanlış batılılaşma hareketinin bir parçası olarak Türk devlet adamları da katılınca 11829), baloda bulunan bir Fransız kadının oldukça doğru bir teşhiste bulunarak Türkler reforma, bitirmeleri gereken yerden başladılar dediğini ...(15)

Birinci Dünya Savaşının Vahşet Yılları

Birinci Dünya savaşı sıralarında Musul'da halkın açlıktan perişan durumlara düşüp hergün sokaklarda kadın-erkek çocuk-ihtiyar birçok insanın inleye inleye ölüme gittiklerini ve buna bir çare bulunamadığını…

Açlıktan ölen bu zavallı çocukların etlerini kasap dükkanlarında koyun ve kuzu eti diye satan veya aşçı dükkanlarında pişirip halka yedirme vahşetini gösteren on-oniki kişinin idam edildiğini . (16)

Amerikan Yardımı (!)

Truman doktrini çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri'nden aldığımız 69 milyon dolar askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD'ye her yıl 400 milyon dolarlık bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar karlı bir anlaşma (!) yaptığımızı (17)

Hayal Müessesesi

Teb'asını "Emanetullah" olarak gören Osmanlı Devleti'nde, akıl hastalarına bimarhanelerde son derece şefkatle muamele edilip ceviz karyolalarda, ipekli çamaşır ve çarşaflarda yatırılıp musiki ile tedavi edildiğini.

Aynı dönemde Avrupa'da ise, akıl hastalarının ruhuna şeytan girmiş denilerek diri diri yakıldığını. . (18/a)

İstanbul'daki bimarhaneleri giren Mongeri Pere'nin: "Burası Avrupa'nın asırlar sonra tahayyül edeceği bir hayal müessesidir dediğini ve Osmanlı'nın uyguladığı bu musiki ile tedavi metodunun ABD'de ancak 1956 yılında uygulamaya geçebildiğini (18/b

Üçüncü Dünyanın Kobayları

Batıda ilaç üretmekle ilgili yönetmeliklerin son derece ağır olup, bir ilacın piyasaya çıkarılmadan önce kobaylar üzerinde yeterince deneme yapılması gerektiğini ve bunun ise uzun ve pahalı bir süreç olduğunu .

Buna çare bulan batılı hümanistlerin(!), yeni geliştirdikleri denenmemiş ilaçları üçüncü dünya ülkelerine pazarlayarak hem para kazanıp, hem de milyonlarca gönüllü kobay üzerin de ilaçlarını denediklerini

İlaç iyi çıktığı takdirde mallarını batıda pazarladıklarını, kötü çıktığında ise foyası çıkana kadar üçüncü dünya ülkelerine satmaya devam ettiklerini . . (19)

İçi Yivli Toplar ve Ecdadımızın Sızlayan Kemikleri


Yavuz Sultan Selim Han'ın Ridaniye Savaşı'nda, ileri görüşlü babası Sultan II Bayezid' ın icadı olan "içi yivli topları" kullanarak büyük başarılar elde ettiğini..

Bugün ise bizlerin hala II Bayezid'in bu büyük icadını tarih kitaplarımızda: "Yivli top 1868 de Almanlar tarafından icad edildi" diye okutma gafletini göstererek ecdadımızın kemiklerini sızlattığımızı.. (20)

Biliyor muydunuz?

Aziz Nesin'in soyadı nereden geliyor?

1934 yılında soyadı kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı.Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı..

Dünyanın en cimrileri 'eliaçık',
Dünyanın en korkakları 'yürekli',
Dünyanın en tembelleri''çalışkan' gibi soyadları aldılar.

Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine 'çevikel' soyadını almıştı

Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.

Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime 'nesin' soyadını aldım. Herkes 'nesin' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.

Aziz Nesin

Friday, July 17, 2009

Gönlü geniş ve ruhu gezgin sufi meşreplilerin kırk kuralı:

Elif Şafak'ın AŞK romanından.

1. kural:
Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

2. kural:
Hak yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil.

3. kural:
Kur’an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonra ki batıni manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

4. kural:
Kainatttaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.

5. kural:
Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. kural:
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

7. kural:
Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

8. kural:
Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

9. kural:
Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah âşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

10. kural:
Ne yöne gidersen git, doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.

11. kural:
Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

12. kural:
Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

13. kural:
Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

14. kural:
Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

15. kural:
Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış birsanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

16. kural:
Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.

17. kural:
Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

18. kural:
Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır

19. kural:
Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

20. kural:
Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

21. kural:
Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

22. kural:
Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

23. kural :
Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. kural :
Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. kural :
Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. kural :
Kainat yekvücud, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. kural :
Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. kural :
Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. kural :
Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. kural :
Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez kusur örter.

31. kural :
Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. kural :
Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !

33. kural :
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. kural :
Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. kural :
Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. kural :
Hileden,desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !

37. kural :
Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. kural :
Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık !
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. kural :
Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. kural :
Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde…

Tuesday, April 21, 2009

Dunya Buzul Caginin Esiginde

11.01.2009

İklim bilimi alanındaki büyük ve ilgi uyandıran kanıtlara göre, Dünya şimdi bir diğer Buzul Çağı’nın girişinin eşiğindedir. Uzun – vadeli iklim değişimi bilgi temelimizi sağlayan birçok veri kaynakları, sıcak, on iki bin yıl uzunluğundaki Holocene (şu andaki jeolojik çağ) periyodunun yakın zamanda sona ereceğini ve sonra dünyanın sonraki 100,000 yılda Buzul Çağı koşullarına geri döneceğini belirtiyor.

Buzulların merkez çekirdekleri, okyanus sediment çekirdekleri, jeolojik kayıt ve kadim bitki ve hayvan nüfusu araştırmaları, hepsi her biri yaklaşık 100,000 yıl süren Buzul Çağı maksimumlarının düzenli döngüsel modelini gösteriyor, buzul çağları arasında her biri yaklaşık 12,000 yıl süren sıcak bir periyot oluyor.

Çeşitli kaynaklardan toplanan uzun – vadeli iklim verilerini çoğu da bir arada Milankovich döngüleri olarak bilinen üç astronomik döngüyle kuvvetli bir korelasyon gösteriyor. Üç Milankovich döngüsü 41,000 yıllık döngüde dünyanın yana yatmasını kapsıyor; 100,000 yıllık periyotta değişen dünyanın yörüngesinin şekli; ve 26,000 yıllık periyotta dünyanın ekseninin yönünü kademeli olarak döndüren, dünyanın yalpalaması olarak da bilinen Ekinoksların Presesyonu.

Milankovich’in teorisine göre, bu üç astronomik döngünün her biri dünyaya erişen güneş radyasyonunun miktarını etkiliyor, soğuk Buzul Çağı maksimumları ve sıcak periyotlar döngüsü üretmek üzere birlikte hareket ediyorlar.

Buzul çağı neden sonuç ilişkisinin astronomik teorisinin unsurları ilk kez 1842’de Fransız matematikçi Joseph Adhemar tarafından sunuldu, 1875’te İngiliz dahi Joseph Croll tarafından daha ileri geliştirildi ve teori 1920 ve 30’larda Sırp matematikçi Milutin Milankovich tarafından şu andaki şekline getirildi. 1976’da prestijli “Bilim” dergisi John Imbrie, James Hays ve Nicholas Shackleton tarafından yazılan “Dünya’nın yörüngesindeki varyasyonlar: Buzul Çağlarının Hız Ayarlayıcısı” başlıklı bir makale yayınladı. Bu makale üç bilim adamının okyanus sediment çekirdeklerinden elde ettikleri iklim verileri ve astronomik Milankovich döngülerinin modelleri arasında buldukları korelasyonu tanımlıyordu. 1970’lerin sonundan bu yana, Milankovich teorisi iklim bilimciler arasında Buzul Çağı neden sonuç ilişkisi için hesaba alınan hakim teoridir ve bu nedenle Milankovich teorisi iklimbilim kitaplarında ve Buzul Çağı ile ilgili ansiklopedi makalelerinde her zaman tanımlanır. 1976 raporlarında Imbrie, Hays, ve Shackleton, deniz – sediment çekirdekleri ve Milankovich döngülerine dayanan kendi iklim tahminlerinin iki şekilde değerlendirilmesi gerektiğini yazdılar. Birincisi, sadece gelecek iklimsel trendlerin doğal bileşenine uyguladılar – ve fosil yakıtlar yakmaktan dolayı olan etkiler gibi antropojenik (insan tarafından yapılmış) etkilere uygulamadılar. İkincisi, sadece uzun – vadeli trendleri tanımlıyorlar, çünkü yörünge varyasyonlarını 20,000 yıllık ve daha uzun periyotlarla ilişkilendiriyorlar. Yüksek frekanslardaki iklimsel salınımlar tahmin edilmiyor… sonuçlar sonraki 20,000 yılda uzun – vadeli trendin yaygın Kuzey Yarıküre buzullaşmasına ve daha soğuk iklime doğru gittiğini belirtiyor.”

1970’ler sırasında ünlü Amerikalı Astronom Carl Sagan ve diğer bilim adamları, insan endüstrisi tarafından üretilen karbon dioksit (CO2) gibi ‘sera gazlarının’ felaketsel küresel ısınmaya götürebileceği teorisini desteklemeye başladılar. 1970 lerden bu yana, “antropojenik küresel ısınma’ (AGW) teorisi giderek akademik kuruluşların çoğu tarafından gerçek olarak kabul edildi ve onların AGW’yi kabullenmeleri hükümetlerin AGW’nin kötüleşmesini önlemek üzere çok önemli değişiklikler yapmasını teşvik etmek için küresel bir harekete ilam oldu.

AGW teorisinin desteklenmesinde belirtilen kanıtın merkezi parçası 2006’da “Uygunsuz Gerçek” filminde Al Gore tarafından sunulan ünlü ‘hokey sopası’ grafiğidir. ‘Hokey sopası’ grafiği küresel sıcaklıklarda 1970’lerde başlayan ve 2006/2007 kışına kadar devam eden akut yukarıya doğru artışı gösteriyor. Ancak, bu ısınma trendi, 2007/2008 kışı Kuzey Yarıkürede 1966’dan bu yana en derin kar örtüsünü ve 2001’den bu yana en soğuk dereceleri doğurduğunda kesintiye uğradı. Şimdi Kuzey Yarıkürede şu andaki 2008/2009 kışının muhtemelen hem kar derinliği hem de soğuk dereceler açısından eşit olacağı veya daha yüksek olacağı görünüyor.

AGW (antropojenik küresel ısınma) teorisindeki ana hata, onun yandaşlarının sadece geçmiş bin yıldaki kanıtlara odaklanmalarıdır, geçmiş milyonlarca yıldan gelen kanıtları görmezden geliyorlar, iklimbilimin gerçek anlayışı için zorunlu olan kanıtları. Paleoiklimbilimden (Geçmiş zamanların iklimini, sebeb, sonuç ve etkilerini inceleyen bilim dalı) gelen veriler son küresel sıcaklık artışı için, Buzul Çağı maksimumları ve buzul çağları aralarının doğal döngülerine dayanarak bize alternatif ve daha güvenilir açıklama sağlıyor. 1999’da İngilize “Doğa” dergisi, 1990’lar sırasında Antarktika’daki Rusların Vostok istasyonunda toplanan buzul çağa ait buz çekirdeklerinden türetilen verilerin sonuçların yayınladı. Vostok buz çekirdeği verileri, 420,000 yıl öncesinden itibaren şimdiki zamanımıza kadar küresel atmosferik sıcaklıklar, atmosferik CO2 ve diğer sera gazları ve havadan gelen partiküllerin kaydını kapsıyor.

Vostok buz çekirdeği verilerinin grafiği, Buzul Çağı maksimumlarının ve sıcak ara dönemlerin düzenli döngüsel bir modelde gerçekleştiğini, elektrodiyagramda kalp atışının ritmine benzer bir grafik - çizgisini gösteriyor. Vostok veri grafiği ayrıca küresel CO2 seviyelerindeki değişimlerin, küresel sıcaklık değişimlerinin yaklaşık 800 yıl gerisinde kaldığını gösteriyor. Bunun belirttiği şey, küresel sıcaklarının CO2 değişimlerinden önce geldiğidir veya küresel sıcaklıkların CO2 değişimine neden olduğudur, tersi değildir. Başka bir deyişle, artan atmosferik CO2 küresel sıcaklığın artmasına neden olmuyor; bunun yerine küresel sıcaklıktaki doğal döngüsel artış küresel CO2’in artmasına neden oluyor.

Küresel sıcaklığa tepki olarak küresel CO2 seviyelerinin artmasının ve düşmesinin nedeni, soğuk suyun, sıcak sudan daha fazla CO2 tutma kapasitesidir. Karbonatlı içeceklerin, sıcak bir ortama konulduğunda karbonatının veya CO2’nin serbest kalmasının nedeni budur. Karbonatlı içeceklerin, şarabın ve biranın köpüklerinin kaçmasını önlemek için bunları soğuk yerlerde saklarız. Dünya şu anda doğal Buzul Çağı döngüsünün sonucu olarak ısınıyor ve okyanuslar ısınırken, atmosfere artan miktarlarda CO2 salıyor.

Isınan okyanuslar tarafından CO2 salınması, dünyanın sıcaklığındaki değişimlerin gerisinde kaldığı için, dünyanın şu andaki buzul çağları arası sıcak periyodunun bitişinden sonra bir diğer sekiz yüzyıl boyunca küresel CO2 seviyelerinin artmaya devam etmesini beklemeliyiz.

Vostok buz çekirdeği verileri grafiği, küresel CO2 seviyelerinin geçmiş 420,000 yıl boyunca Buzul Çağı minimumları ve maksimumlarının doğal döngüsüne direkt tepki olarak düzenli bir şekilde yükselip düştüğünü ortaya koyuyor. Bu doğal döngü içinde, yaklaşık her 110,000 yılda küresel sıcaklıklar ve bunu izleyen CO2 seviyeleri, yaklaşık bugünkü aynı seviyelerde zirveye ulaşıyor.

Bugün tekrar zirve noktasındayız ve sıcak ara periyodun sonuna yakınız ve dünya sonraki Buzul Çağına girmek üzere. Eğer şanslı isek, buna hazırlanmak için birkaç yılımız olabilir. Buzul Çağı, her zaman olduğu düzenli ve doğal döngüsünde gibi geri dönecek, antropojenik küresel ısınma etkileri olsun ya da olmasın.

AGW teorisi, saçma bir şekilde dar bir zaman genişliğinden alınan verilere dayanıyor ve uzun – vadeli iklim değişiminin ‘büyük resmi’ni amaçsız (düşüncesiz) şekilde ihmal ediyor. Buz çekirdeklerini, deniz sedimentlerini, jeolojiyi, palebotaniği ve zoolojiyi kapsayan paleoiklimbilimden gelen veriler, bir diğer Buzul Çağına girişin eşiğinde olduğumuzu belirtiyor ve veriler ayrıca ciddi ve uzun süren iklim değişiminin sadece birkaç yıl içinde gerçekleşebileceğini gösteriyor. Antropojenik Küresel Isınmanın kuşkulu tehdidi üzerine endişe dünyadaki insanların dikkatini başka yöne çekerken, Kuzey Yarıkürenin büyük bölümünü oturulmaz kılacak olan yaklaşan ve kaçınılmaz Buzul Çağının çok gerçek tehdidi aptalca görmezden geliniyor.

Gregory F. Fegel

http://english.pravda.ru/science/earth/106922-0/

(Çeviri: Saffet Güler)

Saturday, April 18, 2009

"Müslümana haram"dır Çesmesi

Bursa'da zamaninda Müslüman bir zat bir çesme yaptirmis. Eski adi Yahudilik Yol Agzi, bugün ki adi Arap Sükrü muhitinde, ve basina bir kitabe eklemis, "her kula helal, müslümana haram"... Tabii baskent, Osmanli karismis, bu nasil fitnedir diye...

Efendime söyleyeyim, gitmisler kadiya sikayete, yaka paça yakalanmis adam huzura getirilmis, bu nasil fitnedir, dini islam ahalisi müslüman olan koca devlette, sen kalk hayrattir, sebildir diye çesme yap, ama suyunu müslümana yasakla... Olcak is midir, nedir sebebi, aklini mi yitirdin? diye çikismislar adama...

Adam müsade buyrun sebebi vardir, lakin ispat ister, delil sarttir der... Kadi kizar: "Ne delili, ne ispati, sen fitne çikardin müslüman ahalinin huzurunu kaçirdin katlin vaciptir!" der. Ama bir yandan da merak eder, nedir gerekçen diye sorar, adam bir tek Sultan´a derim diye cevap verince, karisir yine ortalik. Söz Sultan´a gider, adam saraya yaka paça götürülür...

Padisah sinirlenir ama diger yandan da meraklanir : "De bakalim ne diyeceksen, bu nasil istir ki, hem çesmeyi yaparsin, hem de her kula helal, bir tek müslümana haram yazarsin..."

- Adam basi önünde delilim vardir, lakin ispat ister

- Ya dedigin gibi saglam degilse delilin?

- O zaman hükme kildan incedir boynum sultanim

- Eeee

- Sultanim her hangi bir havradan (sinagog´dan) bir rastgele haham i izahsiz yaka paça tutuklayin, bir hafta bakin neler olacak..

Dedigi yapilmis adamin, tüm azinliklar bir olmus, baslarinda museviler, "Ne oluyor, bu ne zulüm, bizim din adamimiza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalim, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim..." efendim çevre ülkelerden bile elçiler gelmis, elçiler mektup üstüne mektup getirmis,

Bir hafta dolunca: Sultan´im artik birakmak zamanidir demis adam, haham birakilmis, azinliklar mutlu, bu sefer sultana tesekkürler, hediyeler, az zaman geçmis ki adam ayni isi herhangi bir kiliseden bir papaz için yaptiriniz sultanim demis.

Ayni islemle, ayni usulle bir papaz derbest edilmis, yaka paça alinmis pazar ayininden, ayni tepkiler artarak devam etmis. Haftasi dolunca da serbest birakilmis. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalasmis, tesekkürler, sükranlar... Levantenler din adamlarina kavusmanin mutlulugu ile daha bir sarilmislar birbirlerine.

Sultan: "Bitti mi?" demis adama.

- "Sultanim son bir is kaldi, sonra hüküm zamanidir izninizle" demis.

- Simdi nedir istegin?

- Efendim baskentimiz Bursa'nin en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen alimini aliniz mimberinden,

dedikleri gibi olmus, Ulucamiinin imamini, cuma hutbesinin ortasinda almislar... Yaka paça götürmüsler...

Ve ne olmus bilin bakalim ?

Bir Allah'in kulu, tek bir olumlu kelam etmemis, ne oluyor, siz ne yapiyorsunuz hiç olmazsa vaazi bitene kadar bekleyeydiniz, dememis. Pesinden giden olmamis, arayan soran olmamis...

Geçmis bir hafta, nerde imam diye gelen giden olmamis... Aptal ve cahil bir imam atanmis yerine, ne konustugunu kulaginin duymadigi yobaz cinsinden, halk halinden memnun, baslamis bir dedikodu, o geçen hafta derbest edilen koca alim için;

-bizde onu adam, hoca bellemistik,

- kimbilir ne haltlar etti de tutuklandi...

- vah vah acirim arkasinda kildigim namazlar...

- sorma sorma...

Padisah, kadi ve adam izlemisler olani biteni, padisah;

- eee ne oalcak simdi adam

- birakma zamanidir, bide özür dileyip helallik almak lazimdir hocadan

- "haklisin" demis padisah, denilenin yapilmasi için emir buyurmus ve adama dönmüs, adam basi önünde;

- ey büyük sultanim, siz irade buyurunuz lütfen, böylesi müslümanlara SU HELAL edilir mi?

Sultan aci aci tebessüm etmis;

- "Hava bile haram, hava bile..." demis...

Çikarilacak ders: BÖYLE HER SEYE SUSKUN KALAN KOYUN GiBi BiR MiLLETE BÖYLE BiR ÜLKE, HARAM DEGiLSE BİLE EN AZINDAN FAZLA....

Fotoğraflarla Atatürk'ün Hayatı

Fotoğraflarla ATÜTÜRK'ÜN HAYATI
Doğumundan Ölümüne Kadar
Doğan Kardeş A.Ş. - 1971 yılı basımı
384 sayfa (Metin olarak sadece fotoğrafların açıklamaları var)
Sayfa ölçüleri : 22cm*29cm (Tam bir Atatürk fotoğraf albümü)

PDF biçiminde - 65 mb olarak

JPG biçiminde - 72 mb
http://rapidshare.com/files/120139121/Fotograflarla_Ataturk.rar

Tuesday, January 06, 2009

Bana Marşını söyle

Öncü yüzbaşı Claude-Joseph Rouget de Lisle,1792'de 25 nisanı 26 nisana bağlayan gece, Strasbourg belediye başkanının teşvikiyle Fransız ordusu için bir savaş şarkısı yazdı. Yüzbaşı, üç yıl sonra Fransa'nın ulusal marşı haline gelecek bu marşı, ertesi gün belediye başkanı Dietrich'in salonunda seslendirdi (1849’da Isidor Pils tarafından yapılan bir resim).

ULUSAL MARŞLARDAKİ TEMALAR

Çoğunlukla savaş dönemle­rinde yazılan ulusal marş­lar, genellikle birbirine benziyor. Türk İstiklal Marşı’nda, Kurtuluş Sa­vaşı'nın kazanılacağına duyulan inançla, "halkını bağımsızlık ve hak aramaya, imanını, vatanını ve dinini koruma" ya: İtalyan ulusal marşı, "ulusu silkinip uyanma" ya; Fransa ulusal marşı "silahlanma ya, Ro­manya ulusal marşı "güçleri birleş­tirmeye"; Polonya, Beyaz Rusya. Ukrayna ve Litvanya ulusal marşla­rı ise "yabancı düşmanlarla ve tiran­larla savaşma" ya çağırıyor.

Ulusal marşlardaki ikinci bir tema, idealler ve kaygılar... İtalyan ve Al­man ulusal marşları, bu ülkelerin ta­rih boyunca sergilediği siyasal ve toplumsal yapı nedeniyle "birlik" ideali yansıtıyor.

Bazı ulusal marşlardaki düşman bulanık bir "yabancı güç" olmaktan çıkıp somutlaşıyor. Polonya ulusal marşında Ruslar ve Almanlar. Dani­marka ulusal marşında "Gotlar", Bel­çika ulusal marşında ise "Hollandalı­lar" açık açık hedef gösteriliyor. Ulusal marşların tümü kan, zafer ve savaş çığırtkanlığı yap­mıyor kuşkusuz. Barış temalarının ağırlıklı olduğu ulusal marş­larda, çevre bilinci bile işleniyor... Fin­landiya ulusal marşı "resiflerin, kayalık­ların, Norveç ulusal marşı "okyanus"un, İsveç ulusal marşı "ormanlar" ın, İz­landa ulusal marş ise "Güneş Siste­minin övgüsüyle dolu.

Yeryüzünde, yaklaşık 180 ülkenin bir ulusal marşı var. Birçoğu, en fazla 1–1,5 dakika kadar sürüyor. Ancak bu süre, marşı seslendirenlerle dinleyen­lere, bu ülkenin karakterini ve tarihini anlatmaya yetiyor. Hatta İsviçreli­lerin ulusal marşında olduğu gibi o ülkenin coğrafi özelliğini bile öğrene­biliyorsunuz: "Gün ağarırken ortaya çıkarsın. Seni ışıldayan denizin yüze­yinde görürüm: Seni ey ulvi, ey şanlı şey! Alpler'in tepesindeki buzullar kı­zarırken, dua edin İsviçreliler, dua edin. Kutsal ruhlarımız, anavatanımı­zın üstünde anıyor Tanrı'yı..."


AVRUPA’DA Kİ EN ESKİ ULUSAL MARŞ


Dağlık ülkelerde yaşayan insanla­rın, düzlük alanda yaşayanlara göre kendilerini Tanrı'ya ve kutsal toprak­lara daha yakın hissetmeleri, doğanın özelliklerine de bağlanıyor, Belki de, Yunanca karşılığı olan "hymne" (ila­hi) kelimesinin kökeninden kaynak­lanıyor. Bu kavram, geleneksel kur­ban ilahisi, bayram ilahisi ya da kut­sal bir şey adına söylenen övgüyü tanımlıyordu. Modern anlamda ulusal marşın (19. yüzyılda görülmeye baş­ladı) kökü, Ortaçağ'daki dinsel ilahi­lere ve savaş şarkılarına (destanlara) dayanıyordu. Ortaçağ'dan beri, şarkılarda, tanrıların yerini halk kahra­manları ve hükümdarlar almaya baş­ladı. Bugünkü mantığıyla en eski ulusal marş, 1568 yılına ait "Wilhelmus van Nasouwe" adlı savaş şarkısı, 1932 yılından sonra Hollanda ulusal marşı olarak söylenmeye başladı.


18. yüzyılın sonunda ortaya çıkan Danimarka'nın krallık marşı da Tanrı­sal öğelerden çok uzaktı. Marşta, kral IV. Christian hiddetleniyor ve kılıcıyla "Gotlar"ın (İsveçliler) miğferlerini ve beyinlerini parçalayacağını söylüyor.


FRANSA’NIN “MARSEİLLAİSE” YAZILIYOR ve ÖRNEK OLUYOR


Düşmanların "pis kanı"nın "saban izleri"ni doldurduğu "Marseillaise" de de hiddet ve nefret egemen. Bu vatansever şarkı, yani savaş şarkısı, 18. yüzyılda yazıldı. Fransa, 1792 yılının başında, Avusturya ve Prusya ile sa­vaşın eşiğindeydi. Bu heyecanlı durumu Stefan Zweig kitabında şöyle tanımlıyor: "İnsanlığın yıldız saatleri. Bu haftalar içinde, ağır ve ruhları baskı altına alacak bir gerginlik ege­mendi Paris'in üstünde; ancak sınır kentlerindeki gerginlik, daha da ağır ve tehdit ediciydi. Bütün ordugâhlar­da askeri birlikler çoktan toplanmışı, bütün köyler ve bütün kentlerde gönüllüler ve ulusal muhafız kıtaları zırhlandırılmıştı. Bütün kaleler hazır hale getirilmişti ve biliyorlardı ki, her şeyi, özellikle Fransa ile Almanya arasında yer alan vatan toprakları Alsace'da gelişen olaylar belirleye­cekti..." Fransa'nın savaş ilanı 24 Nisan'ı 25'e bağlayan gece, eski Alman İmparatorluğu'nun monarşilerine ulaştığında artık zaman gelmişti: Va­tan aşkıyla dolup taşan ve çığlıklar atan insanlardan esinlenen öncü yüz­başı ve müzisyen Claude Joseph Rouget de Lisle, belediye başkanının emriyle "Chant de guerre pour Farmee du Rhin"i yazdı. Rouget cadde­lerde, sokaklarda işittiği her şeyi: za­lim krallara duyulan nefreti, vatan toprağı için duyulan kaygıyı, zafere olan inancı, özgürlük aşkını yazdı. Rouget'nin yazdığı bu savaş şarkısı. 2 Temmuz günü, Marsilya'dan çıkış­ta gönüllü taburlar tarafından söylen­di, marş da adım buradan alınıştı.


Devrim yaratan bu kıvılcım, 19. yüzyılda Fransa'dan Avrupa'nın di­ğer ülkelerine sıçradı. Marseillaise, özgürlük savaşı veren öteki ülkeler tarafından örnek alındı. Devrim şar­kısı, sadece Avrupa'ya değil, Kame­run, Nikaragua ya da Peru'ya da esin kaynağı oldu.


ASYA’DA ULUSAL MARŞLAR


Geniş savaş alanları, silah sesleri ve ordulardan uzaklaştıkça, marşla­rın melodileri de yumuşuyor. Ora­larda ulusal marşlar sessiz dualara, güzelliğin ve bereketin övgüsüne dönüşüyor. Hintli şair ve Nobel Ödü­lü sahibi Rabindranath Tagore ulu­sal marşlarını ne kadar şairane yaz­mış: "Altın Bengarim, seni seviyo­rum. Gökyüzün, havan, kalbime bir flüt gibi şarkı söyletiyor. İlkbaharda, oh anacığım, mango ormanları­nın kokusu içimi çılgın bir mutlulukla dolduruyor... Sonbaharda, oh- anacığım, yeşeren pirinç tarlalarında gülümsemeni gör­düm..." Bu beste, basit armonilere sa­hip, yumuşacık bir mü­zikle ve barış, mutluluk mesajlarıyla zenginleştirilmiş. Bangladeş'ten çok uzakta. Çin'de ise fanfar sesleri yükseliyor. Tam bir savaş atmosferiyle karşılaşılıyor. Metni de bu müziğe çok uygun: "...Kalkın! kalkın! Kalkın! Milyon­larca var, ama kalbimizde bir tane. Düşman ateşine göğüs gerelim. İle­ri!..." 1935 yılında doğan ulusal marşta Çin halkı, Japon istilacılara karşı direnmek için yemin ediyor. Bu "Gönüllülerin Marşı". 30’lu yıl­larda Çin'in özgürlük savaşını konu alan "Oğullar ve Kızlar Direniş Sava­şında" filminin ana müziğiydi.


DÜNYANIN EN KISA VE EN ESKİ MARŞI


Komşusu Japonya, marş konusun­da tamamen kendine özgü bir yol çizmişti. Melodisi, diğer ulusların ço­ğunda olduğu gibi, var olan Avrupa müzikleriyle beslenmemişti. Sözleri gerilere. 10. yüzyıla kadar gidiyor, yani en eski ulusal marş sözü ve ayrı­ca en kısası: "Hükümdarlar, egemenliğimiz bin yıl, sekiz bin yıl sürecek, taşlar kayaya dönüşene, üstünü yo­sunlar kaplayana dek..." Sonsuzluğun anlatıldığı bu şarkı, yaklaşık 40 sani­ye sürüyor.


GÜNEY AMERİKA’DA ULUSAL MARŞLAR


Güney Amerika ülkelerinin ulusal marşları biraz daha ihtişamlı. Birçok ulusal marştan daha uzun ve hareket­li. Yaşam dolu satırlarla müzikal açı­dan daha güçlü. Biraz dikkatle ince­lendiğinde, bu marş müziklerinden birçoğunun, köken olarak 19. yüzyıl­daki İtalyan opera dünyasına uzandı­ğı görülüyor. 1850 yılında yazılan Uruguay ulusal marşının girişi. 1833'te Milano'da prömiyeri yapılan Gaetano Donizetti'nin operası "Lucrezia Borgia'yı çağrıştırıyor. Ve Ek­vator ulusal marşı da. Donizetti'nin rakibi Vincenzo Bellini Pate'nin ope­rası "I Puritan"ı...


LATİN AMERİKAN MARŞLARI İTALYANLARDAN


Latin Amerikalılar'in, Avrupalı, özellikle de İtalyan beste­cilerle yakınlığı, kuşkusuz bir tesadüf değildi. Mes­lekleri müzisyenlik olan İtalyanlar ya da genel olarak kökenleri Avrupa olan ulusal marş bestecileri, Latin Amerika'ya göç etmişlerdi. Memleketlerinde iken icra ettikleri opera müziğinin tonlarıyla, yeni ülkelerine de marş­lar yazmışlardı.

Melodilerin "İthal" edilmesi, alışıl­madık bir şey değil. Bütün ulusal marşların yaklaşık üçte biri, Avrupa kaynaklı. Her ne kadar ulusal bağım­sızlık için savaş verseler de. marşları­nı başka bir ülkeden ithal etmekte bir sakınca görmemişlerdi herhalde... Marş ithali, özellikle Latin Amerika ve Afrika devletlerindeki kolonileş­me dönemine rastlıyor.


KARARSIZ RUSLAR


Ruslar se­verek dinle­yecekleri bir ulusal marş için uzun süre beklediler. Uygun bir marş melodisine ve uy­gun bir metne daha kısa bir süre önce kavuşabildiler. Çünkü, Rus besteci Mihail Glinka'nın hazırladığı marşın sözleri yoktu. Ayrıca, bestesi kulağa hiç hoş gelmiyordu ve ne Putin ne de halk beğenmişti. Üstelik, Glinka'nın yaptığı bestenin, 16. yüzyılda Katolik bir Polonyalı'ya ait olduğu söyleni­yordu. Glinka'nın, bu müziği, Kor­kunç Ivan döneminin (1547-1584) ardından Rusya'yı işgal etmek iste­yen Polonyalılar'a karşı Rus direnişi­ni anlatan bir operasında kullandığı da iddialar arasındaydı. Bu marşın Rus ruhunun aynası olup olamaya­cağı konusunda herkes kuşkuluydu.

İçinde artık Stalin, Lenin ve ko­münizmden söz edilmeyen yeni mar­şın metni, bugün 87 yaşında olan Mihalkof’a ait. Glinka'nın bestesi yeri­ne Ruslar, besteci Aleksander Aleksandrov'un 1920'li yılların sonunda bestelediği eski şarkılarını, yanı "Bolşevikler'in marşı"nı okumaya devam ettiler, yani yeni sözleri eski besteyle...


MARŞ SEÇİMİNDE ZORLANAN ALMANLAR


Almanlar da ulusal marşlarını se­çerken oldukça zorlanmışlardı. August Heinrich Hoffmann von Fallersleben, marş için yazdığı sözlerle bazı siyasetçilerin uykularını kaçırmış ve şiddetli tartışmalara yol açmıştı. Şair, vatandaşlarına özledikleri siyasi birliği hiç değilse bu yolla vermek için "Almanların şarkısı”nı yazdı. Çünkü, o sı­ralar "Alman Birliği" farklı büyüklükler ve farklı siyasi yapılara sa­hip 39 hükümdarlıktan olu­şuyordu.


EN ESKİ MARŞ MÜZİĞİ ve EN YENİLERİ


En eski marş müziği San Marino'da çalınıyor. Kilise ilahisi tarzın­daki devlet marşı, 10. yüzyıla ait bir manastır kitabından alınmış. En yeni marşlar ise. Sovyetler Birliğinin da­ğılmasıyla bağımsız kalan ülkelerin marşları. Her şeyiyle yeni olduğu söylenemez kuşkusuz. Genellikle, o ülkenin tarihinde yeri olan bir şar­kının yenilen­mesiyle ortaya çıkıyorlar. Avrupa Birliği'ne ait marş da eski bir melo­dinin bir tür yenilenmesiyle ortaya çıkmış. Bu marş, 1972 yılında Av­rupa Konseyi tarafından hazırlanmış ve 1986 yılından itibaren Avrupa Birliği tarafından kullanılan. 200 yıllık bîr şarkı. Avrupa'yı en iyi hangi şarkının temsil edebileceği sorusu sorulduğunda, akıllara 18-19. yüzyıllarının en ünlü bestecile­rinden Ludwig van Beethoven gel­mişti. Ünlü bestesi 9. Senfoni (1824'te bestelemişti), Friedrich Schiller'in yazdığı "Mutluluğun Şi­iri" (1785) ile bütünleşerek Avrupa marşına dönüşmüştü.

Bir devletin varlığını koruması ve bütünlüğünü devam ettirebilmesi için, halkının, devletin gücünü ve yasalarını her şeyiyle kabul etmiş olması gerekiyor. Ama bir devlet, vatandaşlarını sadece beyinleriyle değil, kalbi ve ruhuyla da yönetmek istiyorsa, duyguları harekete geçiren bir ulusal marştan daha etkili bir yöntem düşünülemez...


ULUSAL MARŞLARIN PSİKOLOJİK BOYUTU

Uzman Psikolog Ali Rıza Tanaltay


Ulusların, o ülkede yaşayan insanların hepsinin gönlünde iz bırakan, duyguları harekete geçiren, gönülleri alevlendiren ve kutsal kabul edilen bazı simgeleri vardır: ulusal marşlar, bayrak, toprak, ulusal değerler vb... İnsanoğlu, hem akıl hem de bir gönül varlığıdır. Ama onun harekete geçmesini sağlayan yanı, aklı ile geliştirdiği gönlündeki duygularıdır. Bu duygular da öylesine ortaya çıkmıyorlar. Çocukluk yıllarından itibaren beş duyusuna seslenen her öğe ile zaman içinde gönlüne çakılırlar. Bu simgeler, genellikle, güç, başarı, kazanç ve kuvvet gibi değerler içerirler. Bu yolla insanoğlu, kendini o işi gerçekleştirmiş insanlarla özdeşleşmiş olur. Ben de onun gibi Türk'üm, bu marş benim marşım vb. Biz buna yansıtma mekanizması diyoruz. İnsanlar başarılı olanları beğenir ve onlar gibi olduklarını düşlerler. Bu duygu onları mutlu eder. Yıllarca o kulaklar o marşı dinlemiş, o marşla coşmuş, sevinmiş, tüm, dünyaya kimliğini kanıtlamış ve ben buradayım demiş. Nasıl o yaşadıklarıyla o günlerde coştuysa, hafıza, duygu ve düşünceler bağlamında eşlemeler yapar ve aynı hislerin gönüllerde coşmasını sağlar.


İnsanlarda ayrıca, bir yere ait olma ihtiyacı vardır. Bunu Maslow, İhtiyaç hiyerarşisi piramidinde açıklıyor. Bu ihtiyaç, memleket meselelerinden, takım tutma ruhuna kadar her alana yansıyor. Bundan hareketle bölünmeler de ortaya çıkıyor. Bu duyguların kontrol altında tutulması, bu nedenle çok önemlidir. Kişiye ya da kişilere zarar vermesini engellemek gerekir. Hitler, bu duyguları kullanarak, insanları 2. Dünya Savaşı'na götürdü. Kitleler yok edildi. Osmanlı Devleti, ulusal simgelerin etki gücünün farkındaydı: Savaşa giden yeniçerilerin yanında çok sayıda kişiden oluşturulmuş bir Mehter Marşı alayı da giderdi. Bu durumda, askerler güçlerinin de üstüne çıkarlar ve başarılar birbirini izlerdi. Bu sayede insanların tek vücut olması sağlandığından, oluşan kuvvet, aritmetik diziyle değil, geometrik diziyle artıyordu. Bu gücün temelinde yatan, inanç gücüdür. Her ne konuda olursa olsun, inancı güçlendirilmiş insan kesinlikle başarılı olur.





Hazırlayanlar : merakediyorum google grubu, Kerem, bahadircan, coskun
Kaynak : Focus Aralık 2001 sayısında "Bana marşını söyle" başlığı ile yayınlanan yazıdan alınmıştır.

Friday, January 02, 2009

Medeniyet Tarihimizi Okutmalıyız

Mehmet Niyazi
Kütüphanede bir genç bana; "Ne literatüre girmiş bilginimiz, ne de insanlığı sarsmış sanatkarlarımız var. Biz geri zekalı bir millet miyiz? Savaşlarda ganimetle yaşamaktan başka bir şey bilmiyor muyuz?" diye sordu.

Toprağa güvenle basmak isteyen gencimiz endişesinde haklıydı. İbn Haldun; "Su nasıl suya benzerse, bir milletin geçmişi de geleceğine öyle benzer" diyor. Gencimiz, geçmişimizde bir şey bulamadığı için geleceğimizi de karanlık görüyordu.

Sosyal olaylar sebeplilik karakteri taşırlar. Eski Yunan'da kayalık arazinin nasıl çetin bir hayat ortaya çıkardığını, ölürken Socrates'in Kriton'a söylediği şu cümleden de anlıyoruz: "Asklpios'a bir horoz borçluyuz; parasını ver." Yunanlılar gözlerini toprağa dikmiş yaşarlarken akıllarını son kertesine kadar kullanmak zorundaydılar; çünkü rızıklarını o verimsiz yamaçlardan çıkarmaktan başka çareleri yoktu. Eşya da onlar için çok önemliydi. Bundan dolayı, toprağın ve eşyanın şekilleri üzerindeki orantıların bilimi olan geometri eski Yunan'da gelişti. Madde onlar için tek gerçekti. Metafizik herhangi bir hamleleri olmadığı gibi Olimpos Dağı'nda yaşayan insanın sefillikleriyle malul olan Tanrıları da maddi idi.

Çölde hayat ölüdür. Topraktan ümidini kesen çöl insanı gözlerini gökyüzüne çevirdi. Çöllerdeki gökler de bambaşkadır. Canlı, lokma lokma yıldızlar dipsiz mavilikte renk cümbüşü oluştururlar. Belli aralıklarla çölleri ziyaret eden ay, o kadar canlı, o kadar yakın görünür ki, azıcık maceraperest olanın bir kement atıp onu yere indiresi gelir. Çölün acımasızlığından bunalarak kurtuluşu göklerde arayan kullarının Cenab-ı Allah herhalde dualarını kabul etmiş ki, adını bildiğimiz büyük peygamberleri oralara göndermiş. Böylece iki farklı idrak teşekkül etti. Bilebildiğimiz kadarıyla Hindistan'dan gelip eski Yunan'da oluşan idrak müşahhas olaylarla ilgilenirken, vahiy kafası daha çok mücerret konulara yatkındı. Bunun için nasıl Yunanlılar eşya ilmi olan geometriyi geliştirmişlerse vahiy idrakli Müslümanlar da cebiri geliştirmişlerdir. Zira sayılar mücerrettir; tecrit de vahiy idrakinin en önemli özelliklerinden biridir. İfade ettiği değerler olarak da dış alemdeki geometriye karşı cebir iç alemimize yönelmektedir.

Günümüzde Batı'da kümelenen medeniyet de geometrik idrakle matematik idrakin buluşmasından doğmuştur. Bu iki farklı idrakin buluşmasında en önemli rolü İbn Sina, Farabi, Harezmi, Biruni gibi milletimizin büyük evlatları oynamıştır. Bunların eserleri yüzyıllarca Batı üniversitelerinde ders kitapları olarak okutulmuş, bilim insanlarının başvuru kaynakları olmuştur.

Birkaç yıl önce Amerika Birleşik Devletleri'nde en çok Mevlânâ'nın kitaplarının satıldığı listelerde yer almıştı. 1273 yılında ölmüş bir bilgenin, apayrı bir dünyada, farklı bir dinin salikleri tarafından, iki binli yıllarda en çok okunması, hafsalaya sığacak bir olay mıdır? Ya Türkmen mollası Yunus'a ne demeli? Hangi dinden, hangi medeniyetten olursa olsun, belli zihin seviyesine ulaşan onu sevmez mi? Ondaki derinliğe nüfuz ettikçe, insan olmanın şevkini duymaz mı?

Tac Mahal'i, Süleymaniye'yi, Sultanahmet'i, Selimiye'yi, Drina Köprüsü'nü yapmış bir ecdadın çocuklarıyız. Hiçbir millete nasip olmayan medeniyetler, devletler kurmuş cihangir bir milletin ahfadıyız. Trigonometriden çiçek aşısına kadar insanlığa çok şey hediye etmiş ataların torunlarıyız. Ne yazık ki iki yüz yıldan beri yuvarlanmadık uçurum bırakmadık. Sadece son yüzyıllarımızı bilen gencimiz haklı olarak feryat ediyor. Üniversitelerimizde "Medeniyet Tarihimiz" okutulmuyor. Yarınlara ümitle bakabilmemiz ancak medeniyetimizi bilmemizle mümkündür. İnsan moralle yaşar; büyük hamleler de o moralde gizlidir.