Monday, September 18, 2006

KOLAY VE İYİ ÖĞRENME TEKNİKLERİ


ÇOK HIZLI OKUMA, YABANCI DİL ÖĞRENMENİN, EN PRATİK VE HIZLI TEKNİKLERİ

Yazarı: Reha Oğuz TÜRKKAN

KOLAY ÖĞRENME TEKNİKLERİ I. BÖLÜM *Hem ‘kolay’ öğrenebilir, hem de ‘yine, yine, yine çalışırsanız’, muazzam başarılar elde edersiniz. Hatta geceleri ikiye, bire indirebilir arta kalan zamanlarda başka konuları ele alma fırsatı bulursunuz.', '* “Alın teriyle kazanma” ilkesine önem verenler, ‘kolay’ denen her şeye şüpheyle bakarlar.

*’Zorlanarak öğrenilen bir şey daha çok akılda kalır’ bu, pek az durumlarda, geçerli olabilir ama, eski bir metoddur. Ezber çağından kalmadır. Ama ağır bir yükü ıkına ıkına kaldırmak yerine kaldıraç kullanıp kaldırıvermek daha iyi değil mi?

*’Kolay ve iyi anlama’ şeklinde birleştireceğimiz hedefin, ‘üstünkörülükle’ ve ‘yüzeysellikle’ ilgisi yoktur.

*’Bilgi Çağı’ ve ‘Bilgi Toplumu’ sloganları, bazı eğitimcilere eğitimin amacının bilgi vermek, bilgi aktarmak ve beynini bilgi deposu şeklinde geliyor. Bilgi bir araçtır. Şu halde mühim olan bilgiyi kullanmayı öğrenmek ve öğretmektir.

*Eğitim psikolojisinde, akla hitab eden öğrenime ‘Entellektüel/Cognitive’, hislere yönelene ise ‘Affective’ deniyor. Bu iki yönü bir arada kucaklayan eğitim en etkili olandır.

*Batı kültürü, bilgiyi bir parçadan başlayarak, tüme doğru verir, Doğu Kültürü ise tümden başlayıp, parçalara inerek verir.

*Eğitimde ilk uyarılacak psikolojik hal merak ondan sonra, gayret, biraz kaygı ve dikkat.

*Eğitim amaçları, ders konuları değişebilir ama öğretmenin rolü hep üç esas olarak kalacaktır.

1-Öğrenilecek konuyu sunmak,

2-Öğrencinin konuya ilgisini çekmek, merakını uyandırmak, sevdirmek,

3-Takviye etmek

*Öğrencinin ülküsü şu olmalı: Geçmişimiz ona anlamlı gözüksün, bu güne güven duysun ve geleceğe dönük ümit ve ülküsünün birgün gelip gerçekleşeceğine inanabilsin.

*İlk duvarsız okul uygulamasını Sokrates yaptı. Burada asıl devrimci olan husus, dersini veriş tarzıydı: Tek başına konuşmaz, sual sorardı. Küçük küçük sorular öğrencinin bilgisizliğini ortaya çıkarmak için değil, öğrencinin zihnini gıdıklamak içindir.

*Bazı yöntemleri: SPÖ

1-bir konu binlerce ufak dilimlere bölünmeli, öyle ki tek bir dilimin anlaşılması kolay olsun.

2-Bu adımlar öğrenciye eski sıralarına göre verilmemeli.

3-Her adımdan sonra öğrenci verdiği cevabın doğru olup olmadığını hemen anında öğrenmeli.

*Yazar daha sonra SPÖ’yü bilgisayar, kapalı devre televizyonu ve video ile destekliyor.

*Bilgisayar müthiş hızlı, yanlışsız ve budaladır. İnsan beyni ise bir çok hallerde, fevkalade yavaş, yanlış dolu ve zekidir. Bu iki farklı beyin evlenirse akıl almaz bir güç doğar.

*Kimine göre bilgisayar eğitim eşitsizliği doğuracaktır.

*Bilgisayarı iyi kullanan eğitim yerlerinde normal eğitim süresinden üç ay tasarruf ediliyor.

Bilgisayar ile eğitimde öğretmenin fonksiyonu yol göstericiliktir.

Eğitimde bilgisayarın yeri muhakkak olmalı. Fakat ifrattan (aşırı lakaytlıktan) tefrite (sorgulamasız sarılışa) gitmemeliyiz. Bilgisayarın da kendine göre sorunları vardır. Bu Amerika’daki okullarda kendini göstermiştir. Biz kullanırken ancak bu eksiklikleri ve zararlarını göz önünde bulundurarak kullanmalıyız.

Araştırma görevlileri Derin Orhon’la Erdem Gürgün, ‘2000’li yıllarda Türk Üniversitesi Sorunları ve Geleceği’ adlı bildirilerinde, üniversitelerin bir ülkenin aynası olduğunu belirttikten sonra ‘Aynadaki görüntü giderek bozulmaktadır’ tesbitini yapmıştır.

*I.Q. testleri Batı’da uzun yıllar kullanıldı fakat şu anda az da olsa eksikliğinin olduğunu farkettiler. Aynı zeka seviyesindeki çocuklara yapılan I.Q testlerinde dahi çevre ve küçük çaptaki uyarıların 2-3 puan farkettirdiği ortaya çıktı.

*Zeka ölçme teknikleri gittikçe gelişiyor, mesela söz yeteneği ağırlıklı zeka, mekanik ve mekan ağırlıklı zeka, hayal yeteneği ağırlıklı zeka vb.

*Yazar ‘Beyin gibi, bilgisayardan daha mükemmel olan bir organ acaba tesadüfen mi olmuştur?’ diyor ve ‘Hayır!’ diyerek, dinsiz de olsa Voltaire’nin sözünü naklediyor. ‘Yerde bir saat bulsam ve hayatımda hiç saat görememiş olsam, içini alıp o birbiriyle karmaşık fakat şaşmayan işleyişini seyrettikten sonra bu kendi kendine olmamıştır, elbette biri yapmıştır demek zorunda kalırım’ demiştir. (Yazar dinine bağlı ve Türkülüğü seven bir kişi)

*Beyinde 10 milyar ile 100 milyar arasında nöron ve 1 katrilyon irtibat noktası vardır.

*Beyin huzur halinde çok daha fazla şey öğrenir ve bu huzur halindeyken alfa elektrik akımları çıkarır.

*Öğrenciler, derin gevşemeye ve bazı yöntemlerle onlara sorulan bilgileri zihinlerine kaydetmede, kavramada, işlemede ve hatırlamada yeteneklerinin fevkalade arttığını görmüşlerdir.

*Karmaşık yöntemle gevşeme:

1-Aktif saplama: Bu talimde gözlerimizi bir noktaya saplayacağız.

2-Göz saplanmasını çözme

3-Göz kapaklarının kontrolü

Çok önemli bilgiler beynin dış zarına sevkedilir (korteks). Çok kısa hafıza Bio-elektrik akımıyla kaydedildiği, çarçabuk da (20-40 saniyede) silinip kaybolduğu farz olunur.

*Orta süre (30-40 dakika) için de kullanılan bilgiler elektrik akımının kimyevi bir işlemi olur.

*Uzun süreli bilgiler beynin belirli yerlerinde saklanır.

*Çok unutanlarda ‘acetylcholine’ maddesi eksiktir.

*Unutmamanın bir kaç pratik yolu:

1-Önce televizyonlarda reklam niteliğinde bir programda da görmüş olabileceğimiz yöntemle başlayalım.

2-Hikaye kurma

3-Şarkı Uydurma

4-İsim ya da surat, hatırlamak için kişileri bir şeylere benzetin,

5-Kıyaslama yapın

6-Bilinçli olarak o yaptığınız şey üzerinde bir kaç dakika durun.

* K. Keaton’a göre yaşlanmayı en iyi geciktirmenin çaresi, beynin mümkün olduğu kadar çalıştırılmasıdır.

* Bir kimseye bir şey öğretmenin en iyi yolu ona öğretmenlik fırsatı vermektir.

* Beyin bir gerçeği bir konuyu, bu üçgene iyi oturtabilirse iyi kavramaya başlar:

1-Yazının konusunun anlatım yapısı

2-Düzeni

3-İlişki köprüleri,

*Diğer tavsiyeler

1-Not alma

2-Bazı bilgilerden kitabın sonuna endeks yapma

3-Bazı kelimelerin altını çizme

4-Özet çıkarma

5-Özetten yararlanarak şema çıkarma

6-Konunun sonuna başına bakmadan göz atma.

7-Yoğun dikkatle okuma

8-Daha çok okuma

9-Temel fikri yakalamaya çalışma

10-Fikirlere yönelerek okuma.

*Çalışmanın ruh hali: Prof Mark Viktor Hoppenin tavsiyeleri

1-Yapılacak işleri listeleyin

2-İşe en kolay yerden başlayın

3-Sevmediğiniz bir iş üzerinde çalışıyorsanız kendinize ödül vadedin

4-İyi bildiğiniz, başarılı olduğunuz konulara ağırlık verin

5-Rahat iç açıcı ortamda çalışın

6-Kendinizi kötü hissettiğiniz zaman size değer veren biriyle konuşun.

*Okullarda başarısızlığın en büyük sebebi:

1-Bulunduğu sınıfta olmaması gereken çocukların o sınıfta öğrenim görmemesi

2-Gözlük eksikliğinin farkedilmeyişi.

*Başarısızlığı başarıya çevirmek için anne babalara tavsiyeler:

1-Çocuğun duygusal sorunlarına yakınlık gösterin

2-Çocuğun okul sorunlarına, ev ödevlerine ilgi gösterin

3-Ödevlerin yapılmasında zamanın tanziminde ona yardımcı olun.

4-Okulda gösterdiği çabaları övgüyle karşılayın.

5-Ödevlerini yapma yükümlülüğünün ona ait olduğunu hatırlatın.

6-Çocuğun elde ettiği sonuç kötü ve elinden gelen her türlü gayreti göstermişse ondan fazlasını istemeyin.

7-Öğretmeniyle bağlantı kurun

8-Çocuğunuzun öğretmenini kötülemeyin

9-Öğretmen çocuğa karşı ana babasını yermemeli

*İleride insanlardan iş aradıkları zaman istenecek şey, düşünmeyi, fikir üretmeyi ve yaratıcı olmayı bilmeleridir.

*Meydana getirici düşünüşü köstekleyen şeylerden ikisi:

1-Hemen bir çözüme yaklaşmak

2-Sorunu çok dar şekilde tanımlamak ve alışılmış klişelerden hareket etmek

*Çocuğa fikir üretmeyi öğretmenin yolları

1-Değişik yönden soru sorma

2-Başka türlü yapmanın yollarını araştırtmak

3-Oyun ve kelimeler kullanmak

4-Başkalarının görüşünü dinlemeyi öğretmek

*Maneviyat eğitiminin baş sorumluları ailelerdir.

*Çocuklarımızın Direniş gücünü artırmalıyız.

1-Çocuğu dinleyin,

2-Kokularına, tedirginliklerine yardımcı olun,

3-Egzersizler yapın,

4-Kendine güvenini artırın,

5-Olumlu grup seçmeyi öğretin,

6-Gerekirse veto hakkınızı kullanın,

*Meslek seçerken hangi mesleğe uygunuz:

Çocuğun eğilimlerini tespit etmek için üç açıdan yaklaşın:

1-Özel ilgi alanları

2-Okulda başarı çizgileri

3-Belirgin karakter özellikleri

II. BÖLÜM: GERÇEK VE GERÇEKÇİ ÇOK HIZLI OKUMA *Talimden önceki hızını, talimden sonra 3-4-5 katına çıkarabilir. Bu, kişinin özel yeteneğine bağlıdır. Göz gezdirme ile okumada 2000-3000 kelime metinden bir dakika içinde epey şeyler anlarsınız ve bu da bir gerçekçi beklentidir. Çok hızlı okuma ile ortalama dakikada 800-900 kelimeye ulaşılabilir.

*ÇHO (Çok Hızlı Okuma, İkinci Dünya Savaşı’nda uçakların amblemlerini okumayla başladı.

*Gözün, vücudun herhangi bir uzvu gibi, egzersiz gördükçe daha etkili olmaya başladığı ispat edilmiştir.

*ÇHO’nın iki gelişme çizgisini görüyoruz:

1-Göz, talimle, gitgide daha hızlı görmeyi öğrenebilir; tıpkı halter kaldırmakla, şırnav çekmekle kol kaslarının gelişmesi gibi...

2-Göz, aynı şekilde talimle satırın 2-3 yazısını, hatta tamamını bir bakışta görmeyi öğrenebilir.

*Yavaş okuyan kişiler okuduklarını en az anlayanlardır. Durarak okunan şeylerde anlama azalır. Çünkü beyin gözden hızlıdır.

*Çok hızlı okuma eğitiminin esasları:

1-Göze daha hızlı görmeye alıştırmak

2-Bir kerede 2, 3, 4 kelimeyi birden okumayı öğretmek

3-Tamamıyla sessiz okumaya alıştırmak

4-Gereksiz geri dönüşler, tekrar okumaları önlemek

5-Anlayışı çelmeleyen düşünüş engellerini kaldırmak.

*Her şeyden önce her satırda gözünüz kaç kere duraklıyor onu ölçmelisiniz. Ona göre hızlı okuyucu veya yavaş okuyucusunuzdur.

*Denemelerde ilk önce dakika ile hızınızı ölçün. Sonra parça ile ilgili soruları çözüp yüzde kaç anladığınıza bakın

*Kötü okuma alışkanlıklarını kırmak:

1-Okurken dudak kıpırdatıyorsanız, Dişlerinizin arasına bir kalem tutuşturun.

2-Okuduğunuz kelimeyi veya cümleyi anladığınız halde bir daha okuma eğiliminiz varsa; Beyaz bir kağıt kesin, okuduğunuz kısımları bununla örtün ve okudukça kaydırın, okuduklarınızı anında kapatın.

3-Aklınız dağılıyor, okuduklarınızdaki anlamı sık sık kaçırıyorsanız birkaç satır okuduktan sonra ana fikri şöyle bir düşünün

4-Satırları bulanık görüyorsanız: Bir göz doktoruna muayene olun.

*Gözün beyindeki merkezi hem hızlı, hemde çok beceriklidir. Öyle ki kelimelerin kopuk kısmını bile görse çok kere tamamını keşfeder. Saniyenin yüzde bir kadar bir hızla bir işaretin veya kelimenin ‘siluetini’ tanır, ne olduğunu da çıkarır.

Egzersizler:

1-Okurken, kelimelerin tam üstüne bakarak okumayın Az altına bakın ve satırı hep o hizada okuyun.

2-Hem satırların altına doğru bakın, hem de gözünüzü bir kaç kelimeyi birden görmeye alıştırın.

3-Tam sahife değil de, bir sütun bulun, satırlardaki ilk ve son kelimelerin altını çizin veya yuvarlak içine alın ve gözünüzü bir baştakine bir de sondakine baktırarak okuyun, aradaki kelimeleri görmeye çalışın.

4-Bu sefer tam aksine satırların ilk ve son kelimelerine bakmadan satırdan satıra geçin.

5-Bu denemeden sonra bir satırda 2-3 kelimeyle esaslı talime geçin. Her 2 veya 3 kelimenin birini çembere alın, gözünüzü sadece bu çemberlere yönelterek okuyun.

6-Sahifeleri sütunları 2 ye veya 3’e yukardan aşağı bölün ve belirli bir ritm izleyin

*Göz gezdirme ile okumada önce ana temayı bir bakışta ayrıntılardan ayırmalısınız. Hemen hemen her yazıda üç önemli unsur vardır:

1-Konu veya sorun

2-Sebepler

3-Çözümler-sonuçlar,

*Her yazı göz gezdirme ile okunmaz bazı yazıların her kelimesinin okunması icab eder.

III. BÖLÜM YABANCI DİL ÖĞRENME VE İLERLETME *Çocuğunuza küçük yaşta dil öğretmenin yollarını arayın

*İlk başta ön hazırlıkla başlayın. Bu da bazı önemli belirlemeleri ezberlemekten geçer:

İlk başta dilin mef’ulleri olan kelimeleri ezberleyin sonra konuşmalarda en çok kullanılan kelimeleri ezberleyin.

Gramer çalışın.

*Metodlar:

1-Çok örnek görmek mühim bir unsurdur.

2-Kulaktan dinleme

3-Koroyla doğru telaffuz ve konuşmalı öğrenme

4-Rol oynama

5-Sorularla programlı öğrenim (S.P.Ö)

*Uykunun hafif dalma sürecinde olan bir kimseye bir konu tekrar tekrar anlatılırsa, o kişinin, uyandığında o konuyu öğrenmesi kolaylaşıyor.

*İlerletme hususunda bazı tavsiyeler:

1-O dilde kitap ve gazete okumak

2-Yabancılarla sohbet etmek

3-Yolda giderken gördüklerinizin o dildeki karşılığını hatırlayıp düşünmek

4-Alt yazılı yabancı filmleri kaçırmamak.

SESSIZLIK


Sessizliği ara.
Sessizlikte mutlu ol.

İnsan yolda ilerlerken gitgide sessizliği daha çok ister hale gelir. O büyük bir rahatlık, avunç ve huzur kaynağı olacaktır.

Derin bir sessizlik ve sakinliğe ulaştığınız zaman yüreğinizde büyük bir hoşnutluk duyacaksınız. Burası nihayet saldırıya, ya da savunmaya gereksinim duymayacağınız, gerçekten açık olabileceğiniz bir yerdir. Burada saf ve kutsal bir şeye ulaşmaktan kaynaklanan korku ve hayranlıkla dolu saygı duygusunu hissedeceksiniz. Bu varoluşun güzelliğidir.', '“sessizlik…
sadece sesin değil,
her şeyin yokluğunca.”

herkes susar da,
ses susmaz içinde.
duygular konuşur,
düşünceler tartışır,
bir telaş ki, durmaksızın.
adeta her hücre bir talepte,
beden yorgundur, yürek kırgın,
zihinse olan bitenden şaşkın.
kontrolsüz, yaygaracı bir kalabalık
dolanır seninle her yerde.
sessizliği dilersin, sus kılan karmaşayı,
sorusuz, sorgusuz, kavgasız,
öylece kalakalmayı.', 0, 20, 5, 'Savas', '', 1, '', 0, 0, 0, 0, 0);
(179, 5,'KUSURLARIMIZ VE HEYBE', '2003-06-09 08:09:37', '

Tanrı kusurları çift gözlü bir heybeye doldurmuş, kendi kusurlarımızı heybenin bir gözüne, başkasının kusurlarını ise heybenin diğer gözüne.

Ve insanoğlu da kendi kusurları olan gözünü sırtına, başkasının kusurları dolu olan kısmını ise önüne gelecek şekilde, heybeyi boynuna asmış.', ' Işte bu yüzden; Başkalarının kusurlarını sürekli görür ve acımasızca eleştiririz.

Kendi kusurlarımızı ise hep görmezden geliriz.

KÖTÜ BIR HABER VERMENIN EN AKILLICA YOLU NEDIR?...



      Istanbul''da üniversitede okuyan genç kiz Ankara''daki babasina telefon etmis:

      -"Baba, merhaba. Ben Lale...."

      -"Ooooo. Güzel kizim benim. N''abersin bakalim?..."

      -"Hiç sorma babacigim. Hiç keyfim yok valla..."

      -"Hayirdir? Bi sorun mu var?...

      Kiz aglamaya baslar; babasi ise üzüntü ve meraktan kafayi yemektedir:', '-"N''ooldu kizim? Anlatsana..."

      -"Murat evi terketti. Bosanmak istiyormus..."

      -"Ne evi lan? Ne bosanmasi? Sen ne zaman evlendin de bosaniyorsun?..."

      -"Hani senin hiç hoslanmadigin esrarkes çocuk vardi ya. Ben onunla evlendim."

      -"Iyi halt ettin, zilli. Neyse, artik yapacak bi sey yok. Versin mahkemeye, hemen bosanin..."

      -"Bosanalim ama benden 10 milyar istiyor. Eger vermezsem, iyi zamanlarimizda çektigi çiplak fotograflarimi Internetten herkese yollayacakmis...."

      -"Püüh. Rezil... Çiplak fotograf çektirdin, öyle mi?"

      -"Ama babacigim. O benim kocamdi. Ne biliyim böyle bir pustluk yapacagini."

      -"Peki. Olan olmus artik. Yarin havale ederim parayi...Ögleden sonra Bankaya gidip çekersin; sonra da alip yakarsin o  kahrolasi fotograflari..."

      -"Sagol baba. Eeee. Sey...Bi de kürtaj için 2 milyara ihtiyacim var..."

      Adam artik iyice fenalasir. Boguk bir sesle konusur:

      -"Kürtaj mi?  Bi de hamile mi kaldin o çocuktan sen?..."

      -"Aslinda ondan degil... Zenci bi çocuk vardi...Zaten o yüzden ayriliyoruz ya...."

      Adam bayilmak üzeredir. Nabzi yükselir, tansiyonu düser, artik inleyerek konusmaktadir:

      -" Biz seni oraya okumaya yollamistik. Sen ne haltlar çevirmissin. Allahim. Nedir bu basimiza gelenler...Okulu bititir bitirmez Ankara''ya dönüyorsun, yoksa kirarim bacaklarini..."

      -"Istersen hemen dönebilirim babacigim. Ben geçen yil okuldan atildim çünkü..."

      Adam masanin üzerindeki soguk su dolu sürahiyi basindan asagiya  devirir ve ancak bu sekilde konusmasini sürdürebilir:

      -"Okuldan mi atildin? Hani birlikte avukatlik yapacaktik, zilli?...Eh ulan? Sen hele bi gel buraya. Ben sana yapacagimi bilirim.  Evden disariya adim attirmiycam sana. Ilk isteyenle de evlendiricem...."

       -"O is zor be baba. Biliyorsun, moda oldu, artik evlenmeden önce esler birbirlerinden saglik raporu istiyorlar... Pek iyi bi rapor sunacagimi zannetmiyorum ben..."

      -"Allahim, çildiracagim... Bir de cinsel hastaliklar haaa.....Kesin o zencidendir..."

      -"Çok pis arkadaslari vardi.  Bilmem artik hangisinden kapmisimdir..."

      Güm diye bir ses duyulur. Adam kisa bir süre için kendinden geçmistir; ancak hemen kendisini toparlayip tekrar telefonu alir.

      -"Hemen bu aksam dayini yolluyorum oraya. Seni alip gelecek. Adresini ver bakiyim..."

      -" Mahmutpasa Karakolu''ndayim... Gelirken kefalet için de biraz para getirsin yaninda..."

      -"Karakol mu?...Bi de karakola mi düstün layyynnn?  Ne yaptin?...."

      -"Dün kafam çok bozuktu, çok içmisim. Araba kiralayip dolasmaya çiktim. O kafayla Arnavutköy''de kokoreççi dükkanina girdim. Ama neyse ki kimse ölmedi. Dükkan sahibiyle kiralik araba firmasina biraz para vermek gerekir sanirim..."

      Adam artik iyice fenalasmistir. Hatta fenalasmak ne kelime; adeta kahrolmustur. Telefonda kisa bir sessizlik olur.  Kiz tekrar konusmaya baslar:

      -"Babacigim. Sakin üzülme. Bütün bunlar bir sakaydi. Ben sadece sinifta kaldigimi söylemek için aramistim..."

      Bunun üzerine adam sevinçle ve mutlulukla haykirir:

      -"Canin sagolsun be güzelim,  bosveeerrr.  Okul da neymis? Hiç mühim degil, tatli canin sagolsun senin....

İŞ DÜNYASI SAVAŞLARI


Yazar: Barrie G. JONES

Yayınevi: İlgi Yayınevi

Tanıtım:

Günümüzde büyük şirketlerin üretim ve pazarlamaya ayırdığı fonların, bugün devletlerin silahlanmaya ayırdığı dev bütçelerden farkı kalmamıştır. Zaten iş hayatında birçok sorunun çözümünü askeri stratejinin uygulamalarında aramak, Batılı büyük şirketlerin son yıllarda başvurduğu yoğun bir yöntem olmuştur. İşte bu elimizdeki kitap bu stratejileri anlatmakta ve örneklendirmektedir.', 'Yazar Dr. Barrie G. Jones Hakkında:

Yazar; Kuzey ve Güney Amerika, Japonya, Orta Doğu ve Afrika’da İlaç ve diğer sağlık malzemeleri satışında, yoğun Pazar tecrübesi olan bir uzmandır. Pazarlama danışmanı ve stratejik pazarlamacı olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Güneş yağından diş macununa, saç ilacına, öksürük ve soğuk algınlığı ilacına kadar çeşitli ürünlerin hemen hemen tüm dünyaya pazarlamasını düzenledi. Genel iş ve pazarlama stratejileri üzerine pek çok makale kaleme aldı. Bu kitap emekli Tümgeneral Muzaffer Özsoy tarafından tercüme edilmiştir.

Metot:

Yazar bu kitabında iş dünyasındaki mücadele yöntemlerini klasik içerikli düz bir yapıdan çekip alarak yeni ve daha çok askeri stratejinin bir sanat ve uygulama kavramına oturtmuş böylelikle konuya güçlü bir yaklaşım getirmiştir. Günümüzde askeri stratejiler askerlerin malı olmaktan çıkmış, sivillerde sıkıştıkça bir kurtarıcı olarak bu askeri stratejilere yapışmıştır. Yazar kitabında komutanlık ve yöneticilik üzerinde durmuş bunların her şeyin ötesinde doğal yeteneğe bağlı ve bu yetenek kişiye tanrı tarafından ana rahminde verildiğini belirtmiştir. Askeri kademelerde olduğu kadar iş çevrelerinde de sıradan insan büyük işler başarması ve keskin dönemeçleri aşması olanaksızdır.

Bu eserde pazar ortamında çarpışmaları kazanabilmek için askeri stratejinin tüm uygulama şekilleri geniş boyutlarıyla ele alınmıştır.

Özellikle iki amaç üzerinde durulmuştur.

Bu eserde Pazar ortamında çarpışmaları kazanabilmek için askeri stratejinin tüm uygulama şekilleri geniş boyutlarıyla ele alınmıştır.

1-Askeri stratejinin değişmez ilkelerini kullanarak bir kuruluşta gerçekleştirilecek stratejik manevraları özlü bir biçimde yöneticilere verebilmek .

2-Pazar savaşının gerçeklerini ortaya koyarak yapılan hataları çok yönlü bir analiz içinde belirlemektir.

Pazarlara girebilmek, aralarda yerleşmek ve saha genişlemelerinde bulunabilmek için rakiplerin ortadan kaldırılması gibi ameliyeler ordularda olduğu gibi güçlü bir yapıyı ve manevra harekatı gerektirir.

Kitap üç değişik kitleye yöneliktir.

1-İş adamları, özellikle stratejiye ilgi duyanlar.

2-Askerlik stratejisi öğrencileri ve okuyucularıdır. İlk kez burada subaylar ve tarihçiler iş stratejisini inceleyerek neler öğrenebileceklerini farkına varacaklardır.

3-İş dünyası stratejisi üzerinde çalışan öğretmenler, öğrenciler ve araştırmacılardır.

İçerdiği önemli noktalar

Bu kitap stratejik analiz üzerine yeni bir yöntem anlatan kitaplardan değildir. İş dünyası savaşları Pazar savaşının çeşitli kademelerindeki yöneticiler için temel bir bilgi kaynağıdır ve Pazar ortamında çarpışmaları kazanmak için askeri stratejinin ilkelerini kullanmakla ilgilidir. Şirketler pazar savaşlarına stratejilerin rakiplerine oranla sağlıksız ve zayıf hazırlanması, kötü uygulanması nedeniyle kaybederler. İster çok köklü ister çok deneyimli olsun isterse en son teknikleri kullansın her tür kuruluş Pazar ortamında saf dışı bırakılabilir. Şu anki Pazar koşullarına en yakın benzeşim savaştır. Derece ve tür farklılıklarının yanında her ikisinin önemli benzerlikleri vardır. Şirketler ve ordular engelleme, saldırı, savunma ve uzmanlaşma konularında ortak stratejik manevraları paylaşabilirler. Bu stratejiler düzenleniş ve uygulanış bakımından birbirine benzer. Eşdeğer sistemler ve yöntemler kullanılır. Çarpışmadan üstünlük sağlamak için haber alma, silahlanma, lojistik ve iletişim gibi benzer işlevlere bel bağlar.

Çatışmanın bu iki türü arasındaki benzerlik şaşırtıcı değildir. Çünkü şirkeler ve ordular birtek amaç için oluşturulurlar; ister savaş alanında olsun ister Pazar ortamında mücadele...

Yaşamak için oyunu kurallarına göre oynayarak savaşmayı öğrenmek gerek. İş hayatı pazarda bir hasmı saf dışı bırakarak daha iyi bir konum elde etmek için yapılan savşlardan ibarettir. Pazar çatışması ise pazarda bir diğer şirketin güvenliğini, gücünü ve prestijini sarsacak amaçların bir arada bulunmasından kaynaklanır.

Savaşlar en az hata yapanlar tarafından kazanılır. Uygun olmayan bir starteji seçen, kaynaklardan yoksun olan, kötü yönetilen, zayıf silahları olan, malzeme ve eğitimi yetersiz bulunan, bilgisi olmayan ya da inancı zayıflamış şirketler pazarda savaş alanınında aynı oraduların uğradığı bozguna uğrar.

İş adamları için başarıyı sağlayan etkenler kumandanlar için çok önemli olan etkenlerde aynıdır. İş savaşlarında başlıca stratejiler:

a) Engelleme

b) Saldırı

c) Savunma

d) Bağlaşma

e) Destek

Engelleme:

İş dünyasında engelleme stratejileri, rakiplere tedbirli olmaları gerekti-ğini vurgulayarak dengeyi sürdürmeyi amaçlar. Şirkaetin güç ve üstünlük-lerinden kayanklanarak düaenlenen ve rekabet heveslerini kıracak şekilde yürütülen çalışmalardır. Bir engelleme staratejiisinde en önemli etken rakibin niyetini ve yeteneklerini iyi hesaplamaktır.

Saldırı:

A) Cephe saldırıları

B) Kanat saldırıları

C) Kuşatma

D) Olağan dışı saldırılar

a-)Fiyatlandırma

b-)Reklam

c-)Ambalajlama

d-)Ürünler

e-)İşbirliği

f-)Yönetim baskınları

g-)Yasal manevralar

Düşmanın size saldırmasını önlemenin yolu sizin ona saldırmanızdır. Başarılı olmak için amaç düşmanın ve savaş alanının doğru seçilmesine bağlıdır. Düşmanı hafife almak savaş alanını yda amacı önemsememek saldırı stratejisinin çökmesine neden olur.

Saldırı en iyi savunmadır derken bunun kesin sonuçlarını yanlızca firmanın kaynakları yeterli ise etkili bir saldırıyı yürütme kararlılığı varsa rakiplerinin üstesinden gelebilecekse rakip savunmaları ve pazar koşullarını çok iyi tanıyorsa alına bilineceğini bilmek gerektir.

Savunma;

Savunma stratejileri bir saldırıya karşı koymak saldırganın kayıp vermesini sağlayarak ya onu geri çekilmeye zorlamak yada girişim inceliği kazandırarak savunana karşı saldırı fırsatı vermek üzere gerçekleştirilen çarpışma manevralarıdır. Şu gerçek her zaman geçerlidir ki iyi hazrlanmış savunma stratejileri aşırı güvene yol açar. Buda tedbirsizlik haline dönüşerek bir tuzak oluşturur. Bir anlık gizleri yumma, savunmanın saldırı önünde çıkmesine neden açabilir. Kendine güven insanı öldürür. Savaşta ve işdünyasında hiç kimse kimseye karşı ikinci bir şans tanımaz.

Bağlaşma;

İşdünyasında bağlaşmalar, pazardaki güç dengesini korumak baskı gruplarını denetim altına tutmak, şirketlerin ortak çıaralarını kaldırmak yeni rakipleri engellemek, başkalarına ait pazarlara saldırmak veya kendi pazar paylarını korumak için kullanılan stratejilerdir.

Destek;

Temel destek öğeleri
1-Silahlar

a-Teknolojik silahlar

b-Üretim silahları

c-Parasal silahlar

d-Pazarlama silahları

2-Haber alma

a-Rakibe yönelik bilgi alma

b-Pazara yönelik bilgi alma

c-Çevresel bilgi alma

3-Organizasyon ve önderlik

4-İletişim

5-Lojistik a-üretimb-Dağıtım c-ürün destek

Destek öğeleri Şirketlerin ve ordularin kilit kaynaklarıdır. Engellelme saldırı savunma, bağlaşma veya herhangi bir stratejik savaşta veya iş dünyasında etkili destek olmaksızın başarıyla uygulanamaz.

SONUÇ;

Bir şirketin pazarda yaşamak için tek formül rakiplerini saf dışı bırakmasıdır. İşdünyasında uzlaşma, anlaşma, detay gibi politik gelenekler yoktur. çünkü bunlar rekabetle bağdaşmaz. Şirketler güvenlik, egemenlik güçlerine yönelik tehditlerle karşılaştıklarından yaşamak için çarpışmak zorundadırlar. Şirketlerin 1980''li yllardan bu yana oynamakta olduğu oyunun adı: “Yaşam savaşıdır.”

Mevcut pazar koşullarında yaşamak için gerekli olan oyunun kuralları ise kanıtlanmış askeri deneyimlerden edinilmiş engelleme, saldırı, savunma ve bağışlama stratejilerini esas alan politikalardan oluşur.

NLP Nedir, NLP Varsayımları Nelerdir


Nöro-Lengüistik Programlama, zihin-dil arasindaki sürekli etkileşimin davranışlarımıza nasıl yansıdığını tarif eder ve insan yaşamında en etkili üç unsura odaklanmıştır:

- Nöro : Nörolojik sistem, vücudumuzun fiziksel fonksiyonlarını nasıl yerine getirdiği ve beş duyu organımızdan gelen bilgileri işleme tarzı ile ilgilidir.', '- Lengüistik : Kullandığımız dil çevremizle ve kendimizle nasıl iletişim kurduğumuzu ve buna bağlı olarak yarattığımız etkiyi belirler.

- Programlama : Bilgisayar bilimlerindeki programlama kavramından alınmıştır ve hepimizin (farkederek ya da etmeyerek) sürekli kullandığımız zihni süreçlere karşılık gelir.

NLP, 1970''li yılların başında (dilbilimci) John Grinder ve (matematikci ve Gestalt terapist) Richard Bandler tarafından Amerikada oluşturuldu. NLP, ''Konusunda yetkin biri ile mükemmel biri arasidaki fark nedir?'' sorusuna yanit arama çalışmalarının ürünüdür. Bu soruya yanıt aranırken dallarında üstün performans sergileyen bazı kişiler seçilerek (Fritz Perls - Gestalt terapinin kurucusu, Virginia Satir - aile terapisti ve Milton Erickson - psikiyatrist, ''American Society of Clinical Hypnosis''in kurucusu) bu kişilerin sözel ve davranışsal yaklaşımları incelendi. Amaç, mükemmelliğe nasıl erişildiğinin belirlenerek bunun herkes tarafından öğrenilebilir-uygulanabilir hale getirilmesi idi (modelleme). Grinder ve Bandler kullandıkları modelleme teknikleri ve kişisel katkılarını, beyin-dil-vücut arasindaki ilişkiyi sembolize etmek için ''Nöro-Lengüistik Programlama'' olarak isimlendirdiler. Günümüze kadar NLP kapsamında, psikoterapi, eğitim, sağlik, iş hayatı, yaratıcılık, yöneticilik, satış, liderlik... gibi cok geniş bir yelpazeye yönelik çeşitli iletişim - değişim becerileri ve etkin yöntemler geliştirildi.

NLP, sanırım çıkış noktasının da etkisiyle, bir çok kaynakta ''mükemmelliğin bilimi...değişimin sanatı'', ''mükemmellik yapısı üzerine çalışma'', ''performans teknolojisi'', ''istediğiniz sonuçları elde etme yöntemi''...gibi tanımlarla anılmaktadır. Kanımca, davranış düzeyine ağırlık vererek kestirme sonuçları öne çıkarmak NLP''yi eksik tanımak olacaktır. Davranışların ve görünen sonuçların arkasında, aslında çok katmanlı bir yapı vardır. Daha üst düzeyde NLP, kişisel inanç, misyon ve vizyona odaklaşmaya, sadece birey olarak değil, daha büyük sistemlerin (aile, toplum, evren) bir elemanı olarak insanı anlamaya yönelik bir çerçeve sunar.

NLP''nin tüm model ve teknikleri özünde iki temel varsayıma dayanmaktadir :

1. Harita yaklaşımı : Çevremizden, sürekli olarak, işleyebileceğimizden çok daha fazla miktarda uyarı alırız ve bu bilgileri kişisel filtrelerimizden geçirerek algılarız. ''Kişisel filtre'', insanın yapısına, düşünce tarzına, inançlarına, o anda içinde olduğu fiziksel-ruhsal duruma... bağlı olarak değişir. Yani bir başka deyişle, biz çevreden gelen uyarıları, hep kendi yorumumuzu katarak algılarız. Dolayısı ile mutlak gerçeği değil, algıladığımız gerçeği bilir, ona göre davranırız. Herkesin kendine göre oluşturduğu bu ''gerçek''lere ''harita'' (veya nöro-lengüistik harita) diyoruz. Davranışlarımızı kısıtlayan ya da çeşitlendiren de bu haritalarımızdır, mutlak gerçekler değil.

2. Sistem yaklaşımı : Gerek insanın kendi içindeki süreçler, gerekse diğer insanlarla ve çevresiyle etkileşimi sistemseldir. Kişiler, toplumlar ve evren, birbiriyle sürekli etkileşim halinde bulunan karmaşık bir sistemler ve alt-sistemler bütünü oluşturur. Bu sistemin herhangi bir parçasını sistemden ayırmak (izole etmek) olanaksızdır.

NLP varsayımlarına göre insanların tam ve doğru olarak gerçeği bilmesi mümkün degildir. Bu durumda amaç, ''doğru harita''yı oluşturmak değil, sistem yaklaşımına uygun en ''zengin harita''yı oluşturmaktır. Bir sorun karşısında ne kadar çok davranış alternatifi varsa başarı şansı da bu çeşitlilik oranında artar. Mükemmel kişiler, çok çeşitli bakış açıları ve çok sayıda davranış seçenekleri içeren haritalara sahip olan kişilerdir. NLP, bakış açılarını ve davranış seçeneklerini artırma, zenginleştirme yöntemleri sunar. Çok seçenek sahibi olmak kişiyi mükemmelliğe yaklaştırırken, çok çeşitli bakış açılarına sahip olmak da olgunlaştırır.

Bütünü Görmek


Öykümüz ünlü Çin düsünürü Lao Tzu'nun zamaninda geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok  sever, sık sık anlatirmis hatta..

Efendim köyde bir yasli adam varmis.. Çok fakir.. Ama kral bile onu kiskanirmis.. Öyle dillere destan bir beyaz ati varmis ki.. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamini teklif etmis ama adam satmaya yanasmamis..

  "Bu at, bir at degil benim için.. Bir dost.. Insan dostunu satar mi"  dermis hep...

  Bir sabah kalkmislar ki, at yok.. ', 'Köylü ihtiyarin basina toplanmis.."Seni ihtiyar bunak.. Bu ati sana birakmayacaklari, çalacaklari belliydi. Krala satsaydin, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yasardin. Simdi ne paran var,  ne de atın" demisler..Ihtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demis..

Sadece ''At kayip'' deyin.Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiginiz karar.

Atimin kaybolmasi, bir talihsizlik mi, yoksa bir sans mi, bunu henüz bilmiyoruz.Çünkü  bu olay henüz bir baslangiç. Arkasinin nasil gelecegini kimse bilemez.." Köylüler ihtiyar bunaga kahkahalarla gülmüsler.Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansizin dönmüs.. Meger çalinmamis, dağlara gitmis kendi kendine.. Dönerken de, vadideki 12 vahsi ati pesine takıp getirmis.Köylüler, ihtiyar adamin etrafina toplanip özür dilemisler..

"Babalik" demisler.. "Sen hakli çiktin.. Atinin kaybolmasi bir  talihsizlik   değil adeta bir devlet kusu oldu senin için.. Simdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atin geri döndügünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getirecegini  henüz bilmiyoruz. Bu daha baslangiç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur  okumaz kitap hakkında nasil fikir yürütebilirsiniz?.."  Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemisler açiktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmisler.. Bir hafta geçmeden, vahsi atlari terbiye etmeye çalisan ihtiyarin tek oglu attan düsmüs ve ayagini kirmis. Evin geçimini temin eden ogul simdi uzun  zaman  yatakta kalacakmis. Köylüler gene gelmisler ihtiyara.. "Bir kez daha hakli çiktin" demisler. "Bu atlar yüzünden tek oglun bacagini uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak baskasi da yok.. Simdi  eskisinden  daha fakir, daha zavalli olacaksin" demisler.. Ihtiyar "Siz erken karar verme hastaligina tutulmussunuz" diye cevap  vermiş.  "O kadar acele etmeyin. Oglum bacagini kirdi. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiginiz  karar.. Ama acaba ne kadar dogru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve  ondan sonra neler olacagi size asla bildirilmez.." Birkaç hafta sonra, düsmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldirmis. Kral son  bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çagirmis. Köye gelen  görevliler, ihtiyarin kirik bacakli oglu disinda bütün gençleri askere almislar.  Köyü matem sarmis. Çünkü savasin kazanilmasina imkan yokmus, giden gençlerin ya  ölecegini ya esir düsüp köle diye satilacagini herkes  biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmisler..  "Gene hakli oldugun kanitlandi" demisler. "Oglunun bacagi kirik, ama hiç degilse yaninda. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oglunun  bacaginin kirilmasi, talihsizlik değil, Sansmis meger.." "Siz erken karar vermeye devam edin" demis, ihtiyar.. Oysa ne olacagini kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oglum yanimda, sizinkiler  askerde.. Ama bunlarin hangisinin talih, hangisinin sanssizlik olduğunu sadece  Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü su nasihatla tamamlarmis, etrafina anlattiginda: "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkiniz kalmaz. Hayatin  küçük bir parçasina bakip tamami hakkinda karar vermekten kaçinin. Karar aklin  durmasi halidir. Akil insani daima karara zorlar ve gezi asla sona ermez. Bir yol  biterken yenisi başlar. Bir kapi kapanirken, baskasi açilir. Bir hedefe  ulasirsiniz ve daha yüksek bir hedefin hemen oracikta oldugunu  görürsünüz.

Bazı

Bazı aşklar vardır uğruna ölünesi,Bazı aşklar vardır boyu devrilesi...                   *Bazı günahlar vardır yaptıkça yaparsın,Bazı günahlar vardır nasıl yapıldığından utanırsın...                   *Bazı gençlikler vardır yaşanır doya doya, Bazı gençlikler vardır yıkılır bir hiç uğruna...                   *
Bazı ihanetler vardır ömrü geri veremez, Bazı ihanetler vardır yaşadıkça öldürmez...                   *Bazı kadınlar vardır daldan dala konan,Bazı kadınlar vardır kuru bir gülü yaşatan...                   * Bazı sevdalar vardır yaşadığına yanarsın,Bazı sevdalar vardır bir daha yaşayamazsın...                   *Bazı çocuklar vardır varlıkta yaşamı bilmeyen, Bazı çocuklar vardır yüzü hiç gülmeyen...                   *Bazı erkekler vardır kişiliğiyle namert, Bazı erkekler vardır dünyayı yakacak kadar mert...                   *Bazı gözler vardır baktıkça boşa bakarsın, Bazı gözler vardır bakmaktan kendini alamazsın...                   *Bazı yollar vardır tüm dağları düz eden, Bazı yollar vardır yakın olsa da bitmeyen...                   *Bazı yürekler vardır içine dünyayı sığdırır, Bazı yürekler vardır sevdasına sarılmaktan kaçınır...                   *Bazı şarkılar vardır alır götürür insanı, Bazı şarkılar vardır bin defa öldürür canı...                   *Bazı babalar vardır baba olmak için doğmuş, Bazı babalar vardır baba olmaktan yorulmuş...

Sunday, September 10, 2006

VENÜS'LE BULUŞMA

Birçok dönemeçte kaderimize "buradan sap" diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz.

Nedir bizi sessiz bırakan peki?', 'Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen? Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür, sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar. Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz. O dönemeçlerde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolunu Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna. Acaba hayatımızın kaç dönemecinde kendimiz karar veririz ne yana sapacağımıza ve acaba hayatımızın kaç dönemecinde kararsızlığımız yüzünden bir dönemeci kaçırırız. Ve, o dönemeçlerde kararımızı ya da kararsızlığımız belirleyen nedir?

Geleceğimizin rotasını kararlarımız mı yoksa kararsızlıklarımız mı çizer?

Birçok dönemeçte kaderimize "buradan sap" diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz.

Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen? isteklerimizden daha güçlü nasıl bir duygu var içimizde?

Istvan Szabo''nun, neredeyse sanata düşman olan "sanatçılarla" Paris''te Wagner''in bir operasını sahneye koymaya çalışan Macar bir orkestra şefiyle,onun aşık olduğu Amerikalı bir sopranoyu anlattığı harika bir filmi vardır, "Venüs''le Buluşma."

Genç orkestra şefi bin türlü engelin, entrikanın, kaprisin arasında istediği gibi bir müzik çalabilmek için kıvranırken, dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan, zeki, güzel, şımarık ve gençliğini ardında bıraktığından kaygılı sopranoya aşık olur.

Soprano da bu çocuksu, yetenekli ve çaresiz şefe tutulur. Macar şef evlidir. Güzel soprano ise, artık efsane olmuş çok ünlü bir başka Macar şefle bir zamanlar bir aşk yaşamıştır. Genç şef, sevdiği kadın, karısı ve hayran olduğu eski şefin korkutucu efsanesi arasında sıkışır, bir yandan da orkestradaki çeşitli sorunların üstesinden gelmeye uğraşır.

Bütün bunlara rağmen birbirlerine aşklarından söz etmeyi ve birlikte olmaya başarırlar, harika sevişirler, kadınların seviştikten sonra "bu bir mucize" dedikleri o olağanüstü sevişmelerden. Bir seferinde prova yapılırken gene orkestrayla şefin arasında sorun çıkar, şef provayı izleyen sopranonun yanına gelir,"bunları azdıramıyorum" der "ne yapacağım." "Azdırırsın", der soprano, "beni azdırdığına göre onları da azdırırsın".

Bu bir tek cümle bile şefe ihtiyacı olan gücü vermeye yeter. Ama hayat her zaman bu kadar güzel değildir şef için. Sopranoya aşık olduğunu anlayan karısı onu evden kovar, soprano şefin evliliğini bozmak istemediğinden telefonlarına cevap vermez. Bütün bu karmaşaya rağmen yeniden bir araya gelirler. Soprano şefe, "hiç kimseye böyle aşık olmadım" der. şef de olağanüstü güzellikte sesi olan bu huysuz kadına aşıktır. Ve, o dönemeç gelir. Bir sevişmeden sonra yatağın üstünde çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette kucak kucağa otururlarken, soprano "Paris''ten sonra ne yapacağımızı düşünüyorum" der gülümseyerek. Gelecekle ilgili bir söz bekler şeften. Şef sesini çıkarmadan bakar kadının yüzüne. Tek kelime etmez.

Hayatının belki de en önemli dönemeçlerinden birinde, kadere "buradan sap" diye bağırmak isterken sessizce durur. Soprano anlar. Şef, kadere "buradan sap" diyememiştir. Operanın ve hayatının "venüsüyle" buluşamayacaktır. Aşkına ve isteğine rağmen karar verecek cesareti gösterememiş, hayatını bir başka geleceğe döndürememiştir. Kim bilir, belki karısının çok üzüleceğini düşünmek, belki sopranonun kendisinden bıkacağından çekinmek, belki eski ve ünlü şefin hayali altında ezileceğini sanmak, belki de sopranonun kaprislerinin kendi geleceğini boğacağından korkmak.

Nedeni ne olursa olsun şef kararını verememiştir. Henüz varolmayan "gelecekle" ilgili korkular, varolan "an"ı ve o andaki o olağanüstü isteği hayata geçirmeye engel olmuştur. Kararsız kalmış, kader yoluna devam etmiştir. Peki, gelecek nasıl olur da "an"ı böylesine önemsiz ve güçsüz kılabilir? Neden insan elindeki "an"ı yaşamak yerine, geleceğiyle ilgili hesaplara takılıp kararsız ve sessiz kalır bir dönemeçte.

Gelecek belirsiz ve karanlık olduğu için mi, aydınlık ve belirgin olan ''''an"ı öylesine yenilgiye uğratır. Bilinmeyenden duyduğumuz korku, bilinenin aydınlığı içinde duran istekten kuvvetli midir? Belirsiz olan belirli olandan güçlü müdür hep? O yüzden mi, en önemli dönemeçlerde bazen böyle kararsız ve sessiz kalır da,çok sapmak istediğimiz yollara özlemle bakarak dümdüz devam ederiz?

Hayatımızın en önemli zaman parçası, henüz gelmemiş olan ve "gelecek" denilen zaman parçası mıdır? Böyle zamanlarda kaderimizi belirleyen "dün" ya da "bugün" değil de "yarın" mıdır? Yarın, bu korkunç gücünü bilinmez olmasına mı borçludur? Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, bugünün apaçık isteğini neden bir sessizliğe mahkum eder?

Şef, o sessizlik anında bile, o güzel sopranoyu hayatı boyunca seveceğini ve özleyeceğini bilir, o kadın olmadan geçecek olan hayatının solgunlaşacağını keskin bir şekilde hisseder. Yaşadığı acıyı sessizliğiyle kabullenir. Gelecekten korktuğu için geleceği istediği gibi yaşayamaz. Karar veremediği için hayatının yolunu kararsızlığı çizer.

Hayatlarımızı kararlarımız mı kararsızlıklarımız mı belirler?

“An”ın isteklerini "geleceğin" endişelerine kurban edenler mi daha mutlu yaşar yoksa geleceğin acılarını kabul edecek kadar güçlü bir şekilde "an" ın isteğine sarılanlar mı? Kaç dönemeçten "Venüs''le buluşamadan" geçtik acaba?

Ve acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik?

AHMET ALTAN

HAPIS CEZASI


  Kadin, gece yarisi yanindan kaybolan kocasini bulmak için kalkar.

Evde yalnizlik içinde, asagidan bir ses duyar. Asagi iner ve tekrar dinlemeye baslar, ama kocasini bulamaz.

  Biraz daha aramak için asagi depo''ya iner, orda kocasini dizleri üstüne çökmüs, duvara dönmüs agladigini görür... ', 'Ve merakla sorar:

  - "Kocacigim, neyin var, ne oldu ?"

Kocasi:

  - "Hatirliyor musun, Baban bizi beraber yakaladiginda bir soru sormustu, ya evlenirsin yada 20 yil hapis çekersin."... Kadin   sasirarak:

  - "Eeee ne oldu?" Adam:

  - "Bugün, hapisten çikmis olacaktım.

ATATÜRK'ÜN SOFRASI

Atatürk ve  Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü''nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve  köşkten kaçarlar...
                                                  
  Altlarında,  Nuri Conker''in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece''ye doğru  gidiyorlardı.', 'Birden Atatürk''ün gözleri akşam  güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir  adamdı bu. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları  yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz,  bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için  sapan yalpa yapıyordu.  
                                                    
  Atatürk şoföre durmasını  söyledi.            
  
  İndiler. Köylüye seslendi:                
  "Kolay  gelsin ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden  karşılık verdi:                          
                                                                            
  "Kolay gelsin"                                                            
                                                                            
  "İşler nasıl  Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz konuştu:                                                                  
                                                                            
  "Tanrı''nın gücüne gitmesin bey, bu yıl  yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz  geç davrandık, yukarısı da rahmeti  esirgedi."
                                                                            
  "Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz,  bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu  senin?"                                                          
                                                                            
  "Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi  memurları sattılar."          
                                                                            
  "Hiç vergi memurları köylünün  üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet  etseydin..."                                            
                                                                            
  Köylü güldü:                                                              
                                                                            
  "Muhtar başında  deel miydi memurun, a bey?"                              
                                                                            
  Atatürk dudaklarını  dişleri arasında ezerek konuştu:                    
                                                                            
  "Kaymakama  gitseydin."                                                  
                                                                            
  Köylü iyice güldü.                                                        
                                                                            
  "Sen de benle  gönül mü eyleyon beyim?" dedi.                            
                                                                            
  Atatürk konuşmayı  sürdürdü.                                              
                                                                            
  "E peki, İstanbul şuracıkta geleydin  valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil  mi?"                                                        
                                                                            
  Köylü Atatürk''ün saflığına inanmış iyiden  iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için  keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:            
                                                                            
  "Bırak şu  sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir  miyiz?"            
                                                                            
  Atatürk sordu:                                                            
                                                                            
  "Adın ne senin  Ağa?"                                                    
                                                                            
  "Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa  derler..."                      
                                                                            
  "Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine  göre."                            
                                                                            
  "Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız  ağa''ya çıkmış."                  
                                                                            
  "Peki Halil Ağa, bu senin işin beni  bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin  üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi  kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"                                              
                                                                            
  "Bilmez olur muyum,  beyim?"                                              
                                                                            
  "Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul''a  geliyor. Florya Köşkü''ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir  gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona...  Herhalde çaresini bulurdu."                            
                                                                            
  "Sen benim konuşmamdan  hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim  vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa''mızı göstertmezler ya. Tut ki  gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın  sağarı! Heç işitmez beni..."      
                                                                            
  Nuri Conker, lafa  karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.                                                                
                                                                            
  "E peki, bakalım bu dediğime ne  bulacaksın!" dedi                        
                                                                            
  "Atatürk koca yaz şuracıkta  oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın  halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi  ya!.."  
                                                                            
  Köylü iyice keyiflenmiş,  gülüyordu.                                      
                                                                            
  "Sen ne diyorsun bey?"  dedi.                                            
                                                                            
  "Mustafa Kemal Paşa Atatürk''ümüzün yüzünü  görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük.  Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim  öküzün arkasından mı seyirecek?.."                        
                                                                            
  Halil Ağa,  sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk''ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına  yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu.  Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna  elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa"  dedi.                                                            
                                                                            
  "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını  içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana  söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."                                                                  
                                                                            
  Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa,  onları uğurladı.                  
                                                                            
  "Meraklanma beyim, evelallah heç  kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet  Baba''ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti.  Atatürk''ün canı sıkılmıştı.                                        
                                                                            
  "Bir uygun yerden  dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.  Yüzünde ince bir  keder vardı.                                                              
                                                                            
  "Yahu çocuk, şu Halil  Ağa''nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple  çift  sürüyor, hala da ''Devlet Baba'' diyor. Ne mübarek millet,  bu millet!.."                                                                
                                                                            
  Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine  emretti:                            
                                                                            
  "Şimdi" dedi: "İstanbul''da ne kadar bakan,  milletvekili varsa hepsini telefonla  bulacaksın!..                                                  
                                                                            
  Bu akşam kendilerini yemeğe  bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ   ile İsmet  Paşa''yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker''e döndü:                                            
                                                                            
  "Şimdi sen de  arabayla çıkıp o Halil Ağa''ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin.'Seni sevdi, sana öküz alıverecek'' diye bir şeyler söyle,  kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."                                                            
                                                                            
  O akşam  Atatürk''ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ''dan  oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza  efendimiz gelecek" dedi.  "Kendisine nasıl davranacağınızı  çok merak ediyorum."                    
                                                                            
  Bir süre sonra içeri başyaver  girdi ve Atatürk''ün kulağına bir şeyler söyledi.                                                                  
                                                                            
  Atatürk "Buyursun!" dedi.                                                
                                                                            
  Başyaver  kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa''nın yer  aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı  çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından  tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu,  "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:                                            
                                                                            
  "İşte beklediğimiz,  Efendimiz" dedi.                                    
                                                                            
  Nuri Conker, Halil Ağa''yı  Atatürk''ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki  sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker''le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa''yı, bir  yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl  gördüğünü, sigara yakmak  bahanesiyle nasıl kendisi ile  konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde          
  anlattıktan sonra şöyle  dedi:                                            
                                                                            
  "Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte  yanınızda tekrarlayacağız. Ben      sorduklarımı baştan  soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini       olduğu  gibi tekrarlayacak."                                              
                                                                            
  Halil Ağa''ya  döndü:                                                      
                                                                            
  "Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam  benim baş misafirimsin. Senin  
  açık sözlülüğünü pek çok  beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra  sana  hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi  ben        tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada  söylediklerini aynen  tekrarlayacaksın. İşte  soruyorum:                                        
                                                                            
'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir  yanında merkep koşulu. Öküzün   yok mu senin?" Halil Ağa  dudakları titreyerek Atatürk''ün ayağına       kapanacak oldu.  Atatürk önledi:                                          
                                                                            
  "Yoo, bak böyle şey istemem.  Soruyorum cevap ver."                      
                                                                            
  Soru - cevap valiye kadar  aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı  izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk  sordu:
                                                                            
  "Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye,  anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"                                                            
                                                                            
  Vali  Muhittin Üstündağ, Hali Ağa''nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi  savuşturmanın yoluna kaçtı:                                                            
                                                                            
  "Vali paşamızı biz  görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi  duyurabilir miyiz ki..."                                                  
                                                                            
  "Olmadı bu, Halil Ağa...  Bana dediğin gibi, dosdoğru..."                
                                                                            
  "Böyle demedik mi  beyim?.."                                              
                                                                            
  "Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım  bakalım Nuri''ye. Nuri,böyle mi dedi bize Halil  Ağa?"                                                    
                                                                            
  Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır  Paşam!.."                            
                                                                            
  "Gördün mü?.. Demek aklında yanlış  kalmış. Hani bir şey dediydin sen,    
  vali neden duymazmış?..  Aynen bana söylediğin gibi söyle."              
                                                                            
  Halil Ağa  kekeleyerek konuştu:                                          
                                                                            
  "Köylük yerinde bizim dilimiz  sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi.      
  "Kusura kalma  gayri..."                                                  
                                                                            
  Atatürk gülmeye  başladı:                                                
                                                                            
  "Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil  Ağa... Ama şimdi diplomatlık  
  sırası değil, doğruyu  konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin  gibi..."
                                                                            
  Halil Ağa gözünü yumup, başını yere  eğdi:                                
                                                                            
  "Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla ''Bırak bu  sağarı'' diye bir laf        
  kaçırmışım..."                                                            
                                                                            
  Sofrada  gülüşmeler başlamıştı.                                          
                                                                            
  "Hadi buna da oldu diyelim.  Geçelim gerisine:                            
                                                                            
  "E, peki bir Başvekil İsmet Paşa  var, bilir misin?"                      
                                                                            
  Halil Ağa İsmet Paşa''nın yüzüne  baktı ve gözlerini yere indirdi:        
                                                                            
  "Şanlı İsmet  Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne  bugün..."          
                                                                            
  Atatürk Halil Ağa''yı  durdurdu.                                          
                                                                            
  "Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın  gerisini getireyim: Tamam        
  öyleyse, hemen her hafta  İstanbul''a geliyor, Florya Köşkü''ne iniyor,    
  köşk de  şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin  ona.
  Herhalde bir çaresini bulurdu."                                          
                                                                            
  Halil Ağa yine  kaçamak yanıt verdi:                                      
                                                                            
  "Kapıya koymazlar ya bizi,  koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü      
  yanacağız!.."                                                            
                                                                            
  Atatürk''ün sesi iyice  sertleşti:                                        
                                                                            
  "Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi.  "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne        
  dediysen, tıpkısını  tekrarlayacaksın!.."                                
                                                                            
  Halil Ağa ürktü, toparlandı.  Başını yine yere gömüp konuştu:            
                                                                            
  "Şanlı Paşamıza da  sağar dedikti ya..."                                  
                                                                            
  "Yalnız sağar değil, ''sağarın  sağarı'' değil miydi?"                      
                                                                            
  Halil Ağa yere eğik başını  acıyla salladı:                              
                                                                            
  "Öyle dedikti paşam, doğrusun!.."  diyebildi.                            
                                                                            
  Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla  ısrar etmedi, sözü kendine      
  getirdi.                                                                  
                                                                            
  "Son soruyu  sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al  
  git."                                                                    
                                                                            
  "Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu?  Gitseydin, çıksaydın önüne,    
  anlatsaydın halini. O da seni  yüzüstü bırakacak değildi ya?"            
                                                                            
  "Hiç bırakır mı  Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,  
  halimi dinler."                                                          
                                                                            
  "Bırak bunları Halil Ağa, dediğini  tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.
                                                                            
  Her şeyi göze  almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk''ün    
  gözlerinin içlerine bakarak konuştu.                                      
                                                                            
  "İşte bunu  demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu  demem!"    
                                                                            
  Atatürk gülmeye başladı:                                                  
                                                                            
  "Zorlatacak  bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal      
  Paşa Atatürk''ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü  gerek demiştin,  
  yanılmıyorsam. ''Görsem de, işinden  gücünden, yiyip içmekten başını      
  kaldıracak da bizim öküzün  arkasından mı seğirtecek'' demiştin." Halil    
  Ağa''nın  gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş,  duruyordu.    
  Atatürk konuşmasını içtenlikle  sürdürdü:                                
                                                                            
  "''Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun  biri'' demeye getirdin ya fazla  
  üstelemeyeyim"  dedi.                                                    
                                                                            
  "Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu  kadar üzmemin sebebi, şunu  
  anlatmak içindi: Şu gördüğün  altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan,    
  ötekiler de  Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip            
  çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun  gerekti mi, bu      
  baylar hemen sıvanırlar, İsviçre''den mi  olur, İtalya''dan mı olur,        
  Fransa''dan mı, velhasıl  neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe''ye    
  çevirtirler,  sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi''ne...  
  Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına  kadar olan        
  beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ''hükümet  elbette incelemiş,      
  gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca  zorlanmama gerek yok'' derler ve      
  kaldırırlar parmaklarını,  olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi    
  memuru gelir,  vergi borcundan Halil Ağa''nın öküzünü çeker, satar...      
  Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz,  ırgalana        
  ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş,  ekim zorlaşırmış, kimin  
  umurunda... Sonra ben bunları  görürüm, içim kan ağlar, işitirim,        
  tasalanırım! E, hakça  söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde
  olsan,  efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için  içmez    
  misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ''sarhoş''  der..."              
                                                                            
  Halil Ağa''nın dili çözülmüştü:                                            
                                                                            
  "Öyle  diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu,  hacısı
  da içer, hocası da içer..."                                              
                                                                            
  Atatürk  sordu:                                                          
                                                                            
  "Peki sen de içer misin?"                                                
                                                                            
  "Hiç  bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı  şerbet      
  gibi!.."                                                                  
                                                                            
  Atatürk hizmet edenlere işaret  etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini
  Halil Ağa''ya  uzattı:                                                    
                                                                            
  "Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına  içelim."                      
                                                                            
  Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de  sana pay düşürsün Paşam,      
  sağlık düşürsün" dedikten sonra  Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi,
  eline verilen  kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri    
  parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk''e  döndü:        
                                                                            
  "Yunan''ı denize döktün Paşam, bayrağımızı  başucumuza diktin. Benim gibi  
  bir köylü parçasını sofrana  alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez  
  ki... Nideyim  ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını  öpem..."            
                                                                            
  Halil Ağa Atatürk''ün ayağını öpmek için  davranınca, Atatürk onu sıkıca  
  tuttu ve bu hareketi  yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk''ün      
  ellerine  sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de      
  başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise,  onun yeri senin
  ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin,  koca Paşam!.."                  
                                                                            
  "Yemek yemedin!.."                                                        
                                                                            
  "Yemek  kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme  döneyim."              
                                                                            
  Atatürk Nuri Conker''e işaret  etti.                                      
                                                                            
  Conker kalkıp Halil Ağa''nın yanına geldi,  kalktı Halil Ağa, önce        
  Atatürk''ü, sonra sofradakileri  selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri  
  çekildi. Kapı  kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına        
  döndü:                                                                    
                                                                            
  "Efendimizin halini gördünüz mü beyler?"  dedi. "Devlet size böyle        
  davransa, siz ne yaparsınız?  Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi  
  bu adam  milletin karşısında ''adam olmak,'' bize  düşüyor!.."              
                                                                            
  Sofrada kesin bir sessizlik vardı.  Kimse gözlerini Atatürk''ten          
  ayıramıyordu:                                                            
                                                                            
  "Halil Ağa''nın öküzünü satıp,  üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya  
  da bizim  yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa''nın öküzünü      
  satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir  kanun yaptıksa,
  memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl  yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer
  yaptığımız kanun doğru  da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak  
  lazım.  Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki,  olay    
  İstanbul''da geçiyor. Bunun Van''ı var, Bitlis''i var,  kıyı bucak ilçesi    
  var; acaba oralarda neler oluyor? Bu  çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."  
                                                                            
  Derleyen: Hanri  Benazus - Bütün Dünya                                    
                                                                            
  Kaynak: İsmet Bozdağ''ın  "Atatürk''ün Sofrası" kitabı.                    
                                                                            
  Hasan Rıza Soyak,  Behçet Kemal Çağlar ve Kasım Gülek''in anıları