Tuesday, January 06, 2009

Bana Marşını söyle

Öncü yüzbaşı Claude-Joseph Rouget de Lisle,1792'de 25 nisanı 26 nisana bağlayan gece, Strasbourg belediye başkanının teşvikiyle Fransız ordusu için bir savaş şarkısı yazdı. Yüzbaşı, üç yıl sonra Fransa'nın ulusal marşı haline gelecek bu marşı, ertesi gün belediye başkanı Dietrich'in salonunda seslendirdi (1849’da Isidor Pils tarafından yapılan bir resim).

ULUSAL MARŞLARDAKİ TEMALAR

Çoğunlukla savaş dönemle­rinde yazılan ulusal marş­lar, genellikle birbirine benziyor. Türk İstiklal Marşı’nda, Kurtuluş Sa­vaşı'nın kazanılacağına duyulan inançla, "halkını bağımsızlık ve hak aramaya, imanını, vatanını ve dinini koruma" ya: İtalyan ulusal marşı, "ulusu silkinip uyanma" ya; Fransa ulusal marşı "silahlanma ya, Ro­manya ulusal marşı "güçleri birleş­tirmeye"; Polonya, Beyaz Rusya. Ukrayna ve Litvanya ulusal marşla­rı ise "yabancı düşmanlarla ve tiran­larla savaşma" ya çağırıyor.

Ulusal marşlardaki ikinci bir tema, idealler ve kaygılar... İtalyan ve Al­man ulusal marşları, bu ülkelerin ta­rih boyunca sergilediği siyasal ve toplumsal yapı nedeniyle "birlik" ideali yansıtıyor.

Bazı ulusal marşlardaki düşman bulanık bir "yabancı güç" olmaktan çıkıp somutlaşıyor. Polonya ulusal marşında Ruslar ve Almanlar. Dani­marka ulusal marşında "Gotlar", Bel­çika ulusal marşında ise "Hollandalı­lar" açık açık hedef gösteriliyor. Ulusal marşların tümü kan, zafer ve savaş çığırtkanlığı yap­mıyor kuşkusuz. Barış temalarının ağırlıklı olduğu ulusal marş­larda, çevre bilinci bile işleniyor... Fin­landiya ulusal marşı "resiflerin, kayalık­ların, Norveç ulusal marşı "okyanus"un, İsveç ulusal marşı "ormanlar" ın, İz­landa ulusal marş ise "Güneş Siste­minin övgüsüyle dolu.

Yeryüzünde, yaklaşık 180 ülkenin bir ulusal marşı var. Birçoğu, en fazla 1–1,5 dakika kadar sürüyor. Ancak bu süre, marşı seslendirenlerle dinleyen­lere, bu ülkenin karakterini ve tarihini anlatmaya yetiyor. Hatta İsviçreli­lerin ulusal marşında olduğu gibi o ülkenin coğrafi özelliğini bile öğrene­biliyorsunuz: "Gün ağarırken ortaya çıkarsın. Seni ışıldayan denizin yüze­yinde görürüm: Seni ey ulvi, ey şanlı şey! Alpler'in tepesindeki buzullar kı­zarırken, dua edin İsviçreliler, dua edin. Kutsal ruhlarımız, anavatanımı­zın üstünde anıyor Tanrı'yı..."


AVRUPA’DA Kİ EN ESKİ ULUSAL MARŞ


Dağlık ülkelerde yaşayan insanla­rın, düzlük alanda yaşayanlara göre kendilerini Tanrı'ya ve kutsal toprak­lara daha yakın hissetmeleri, doğanın özelliklerine de bağlanıyor, Belki de, Yunanca karşılığı olan "hymne" (ila­hi) kelimesinin kökeninden kaynak­lanıyor. Bu kavram, geleneksel kur­ban ilahisi, bayram ilahisi ya da kut­sal bir şey adına söylenen övgüyü tanımlıyordu. Modern anlamda ulusal marşın (19. yüzyılda görülmeye baş­ladı) kökü, Ortaçağ'daki dinsel ilahi­lere ve savaş şarkılarına (destanlara) dayanıyordu. Ortaçağ'dan beri, şarkılarda, tanrıların yerini halk kahra­manları ve hükümdarlar almaya baş­ladı. Bugünkü mantığıyla en eski ulusal marş, 1568 yılına ait "Wilhelmus van Nasouwe" adlı savaş şarkısı, 1932 yılından sonra Hollanda ulusal marşı olarak söylenmeye başladı.


18. yüzyılın sonunda ortaya çıkan Danimarka'nın krallık marşı da Tanrı­sal öğelerden çok uzaktı. Marşta, kral IV. Christian hiddetleniyor ve kılıcıyla "Gotlar"ın (İsveçliler) miğferlerini ve beyinlerini parçalayacağını söylüyor.


FRANSA’NIN “MARSEİLLAİSE” YAZILIYOR ve ÖRNEK OLUYOR


Düşmanların "pis kanı"nın "saban izleri"ni doldurduğu "Marseillaise" de de hiddet ve nefret egemen. Bu vatansever şarkı, yani savaş şarkısı, 18. yüzyılda yazıldı. Fransa, 1792 yılının başında, Avusturya ve Prusya ile sa­vaşın eşiğindeydi. Bu heyecanlı durumu Stefan Zweig kitabında şöyle tanımlıyor: "İnsanlığın yıldız saatleri. Bu haftalar içinde, ağır ve ruhları baskı altına alacak bir gerginlik ege­mendi Paris'in üstünde; ancak sınır kentlerindeki gerginlik, daha da ağır ve tehdit ediciydi. Bütün ordugâhlar­da askeri birlikler çoktan toplanmışı, bütün köyler ve bütün kentlerde gönüllüler ve ulusal muhafız kıtaları zırhlandırılmıştı. Bütün kaleler hazır hale getirilmişti ve biliyorlardı ki, her şeyi, özellikle Fransa ile Almanya arasında yer alan vatan toprakları Alsace'da gelişen olaylar belirleye­cekti..." Fransa'nın savaş ilanı 24 Nisan'ı 25'e bağlayan gece, eski Alman İmparatorluğu'nun monarşilerine ulaştığında artık zaman gelmişti: Va­tan aşkıyla dolup taşan ve çığlıklar atan insanlardan esinlenen öncü yüz­başı ve müzisyen Claude Joseph Rouget de Lisle, belediye başkanının emriyle "Chant de guerre pour Farmee du Rhin"i yazdı. Rouget cadde­lerde, sokaklarda işittiği her şeyi: za­lim krallara duyulan nefreti, vatan toprağı için duyulan kaygıyı, zafere olan inancı, özgürlük aşkını yazdı. Rouget'nin yazdığı bu savaş şarkısı. 2 Temmuz günü, Marsilya'dan çıkış­ta gönüllü taburlar tarafından söylen­di, marş da adım buradan alınıştı.


Devrim yaratan bu kıvılcım, 19. yüzyılda Fransa'dan Avrupa'nın di­ğer ülkelerine sıçradı. Marseillaise, özgürlük savaşı veren öteki ülkeler tarafından örnek alındı. Devrim şar­kısı, sadece Avrupa'ya değil, Kame­run, Nikaragua ya da Peru'ya da esin kaynağı oldu.


ASYA’DA ULUSAL MARŞLAR


Geniş savaş alanları, silah sesleri ve ordulardan uzaklaştıkça, marşla­rın melodileri de yumuşuyor. Ora­larda ulusal marşlar sessiz dualara, güzelliğin ve bereketin övgüsüne dönüşüyor. Hintli şair ve Nobel Ödü­lü sahibi Rabindranath Tagore ulu­sal marşlarını ne kadar şairane yaz­mış: "Altın Bengarim, seni seviyo­rum. Gökyüzün, havan, kalbime bir flüt gibi şarkı söyletiyor. İlkbaharda, oh anacığım, mango ormanları­nın kokusu içimi çılgın bir mutlulukla dolduruyor... Sonbaharda, oh- anacığım, yeşeren pirinç tarlalarında gülümsemeni gör­düm..." Bu beste, basit armonilere sa­hip, yumuşacık bir mü­zikle ve barış, mutluluk mesajlarıyla zenginleştirilmiş. Bangladeş'ten çok uzakta. Çin'de ise fanfar sesleri yükseliyor. Tam bir savaş atmosferiyle karşılaşılıyor. Metni de bu müziğe çok uygun: "...Kalkın! kalkın! Kalkın! Milyon­larca var, ama kalbimizde bir tane. Düşman ateşine göğüs gerelim. İle­ri!..." 1935 yılında doğan ulusal marşta Çin halkı, Japon istilacılara karşı direnmek için yemin ediyor. Bu "Gönüllülerin Marşı". 30’lu yıl­larda Çin'in özgürlük savaşını konu alan "Oğullar ve Kızlar Direniş Sava­şında" filminin ana müziğiydi.


DÜNYANIN EN KISA VE EN ESKİ MARŞI


Komşusu Japonya, marş konusun­da tamamen kendine özgü bir yol çizmişti. Melodisi, diğer ulusların ço­ğunda olduğu gibi, var olan Avrupa müzikleriyle beslenmemişti. Sözleri gerilere. 10. yüzyıla kadar gidiyor, yani en eski ulusal marş sözü ve ayrı­ca en kısası: "Hükümdarlar, egemenliğimiz bin yıl, sekiz bin yıl sürecek, taşlar kayaya dönüşene, üstünü yo­sunlar kaplayana dek..." Sonsuzluğun anlatıldığı bu şarkı, yaklaşık 40 sani­ye sürüyor.


GÜNEY AMERİKA’DA ULUSAL MARŞLAR


Güney Amerika ülkelerinin ulusal marşları biraz daha ihtişamlı. Birçok ulusal marştan daha uzun ve hareket­li. Yaşam dolu satırlarla müzikal açı­dan daha güçlü. Biraz dikkatle ince­lendiğinde, bu marş müziklerinden birçoğunun, köken olarak 19. yüzyıl­daki İtalyan opera dünyasına uzandı­ğı görülüyor. 1850 yılında yazılan Uruguay ulusal marşının girişi. 1833'te Milano'da prömiyeri yapılan Gaetano Donizetti'nin operası "Lucrezia Borgia'yı çağrıştırıyor. Ve Ek­vator ulusal marşı da. Donizetti'nin rakibi Vincenzo Bellini Pate'nin ope­rası "I Puritan"ı...


LATİN AMERİKAN MARŞLARI İTALYANLARDAN


Latin Amerikalılar'in, Avrupalı, özellikle de İtalyan beste­cilerle yakınlığı, kuşkusuz bir tesadüf değildi. Mes­lekleri müzisyenlik olan İtalyanlar ya da genel olarak kökenleri Avrupa olan ulusal marş bestecileri, Latin Amerika'ya göç etmişlerdi. Memleketlerinde iken icra ettikleri opera müziğinin tonlarıyla, yeni ülkelerine de marş­lar yazmışlardı.

Melodilerin "İthal" edilmesi, alışıl­madık bir şey değil. Bütün ulusal marşların yaklaşık üçte biri, Avrupa kaynaklı. Her ne kadar ulusal bağım­sızlık için savaş verseler de. marşları­nı başka bir ülkeden ithal etmekte bir sakınca görmemişlerdi herhalde... Marş ithali, özellikle Latin Amerika ve Afrika devletlerindeki kolonileş­me dönemine rastlıyor.


KARARSIZ RUSLAR


Ruslar se­verek dinle­yecekleri bir ulusal marş için uzun süre beklediler. Uygun bir marş melodisine ve uy­gun bir metne daha kısa bir süre önce kavuşabildiler. Çünkü, Rus besteci Mihail Glinka'nın hazırladığı marşın sözleri yoktu. Ayrıca, bestesi kulağa hiç hoş gelmiyordu ve ne Putin ne de halk beğenmişti. Üstelik, Glinka'nın yaptığı bestenin, 16. yüzyılda Katolik bir Polonyalı'ya ait olduğu söyleni­yordu. Glinka'nın, bu müziği, Kor­kunç Ivan döneminin (1547-1584) ardından Rusya'yı işgal etmek iste­yen Polonyalılar'a karşı Rus direnişi­ni anlatan bir operasında kullandığı da iddialar arasındaydı. Bu marşın Rus ruhunun aynası olup olamaya­cağı konusunda herkes kuşkuluydu.

İçinde artık Stalin, Lenin ve ko­münizmden söz edilmeyen yeni mar­şın metni, bugün 87 yaşında olan Mihalkof’a ait. Glinka'nın bestesi yeri­ne Ruslar, besteci Aleksander Aleksandrov'un 1920'li yılların sonunda bestelediği eski şarkılarını, yanı "Bolşevikler'in marşı"nı okumaya devam ettiler, yani yeni sözleri eski besteyle...


MARŞ SEÇİMİNDE ZORLANAN ALMANLAR


Almanlar da ulusal marşlarını se­çerken oldukça zorlanmışlardı. August Heinrich Hoffmann von Fallersleben, marş için yazdığı sözlerle bazı siyasetçilerin uykularını kaçırmış ve şiddetli tartışmalara yol açmıştı. Şair, vatandaşlarına özledikleri siyasi birliği hiç değilse bu yolla vermek için "Almanların şarkısı”nı yazdı. Çünkü, o sı­ralar "Alman Birliği" farklı büyüklükler ve farklı siyasi yapılara sa­hip 39 hükümdarlıktan olu­şuyordu.


EN ESKİ MARŞ MÜZİĞİ ve EN YENİLERİ


En eski marş müziği San Marino'da çalınıyor. Kilise ilahisi tarzın­daki devlet marşı, 10. yüzyıla ait bir manastır kitabından alınmış. En yeni marşlar ise. Sovyetler Birliğinin da­ğılmasıyla bağımsız kalan ülkelerin marşları. Her şeyiyle yeni olduğu söylenemez kuşkusuz. Genellikle, o ülkenin tarihinde yeri olan bir şar­kının yenilen­mesiyle ortaya çıkıyorlar. Avrupa Birliği'ne ait marş da eski bir melo­dinin bir tür yenilenmesiyle ortaya çıkmış. Bu marş, 1972 yılında Av­rupa Konseyi tarafından hazırlanmış ve 1986 yılından itibaren Avrupa Birliği tarafından kullanılan. 200 yıllık bîr şarkı. Avrupa'yı en iyi hangi şarkının temsil edebileceği sorusu sorulduğunda, akıllara 18-19. yüzyıllarının en ünlü bestecile­rinden Ludwig van Beethoven gel­mişti. Ünlü bestesi 9. Senfoni (1824'te bestelemişti), Friedrich Schiller'in yazdığı "Mutluluğun Şi­iri" (1785) ile bütünleşerek Avrupa marşına dönüşmüştü.

Bir devletin varlığını koruması ve bütünlüğünü devam ettirebilmesi için, halkının, devletin gücünü ve yasalarını her şeyiyle kabul etmiş olması gerekiyor. Ama bir devlet, vatandaşlarını sadece beyinleriyle değil, kalbi ve ruhuyla da yönetmek istiyorsa, duyguları harekete geçiren bir ulusal marştan daha etkili bir yöntem düşünülemez...


ULUSAL MARŞLARIN PSİKOLOJİK BOYUTU

Uzman Psikolog Ali Rıza Tanaltay


Ulusların, o ülkede yaşayan insanların hepsinin gönlünde iz bırakan, duyguları harekete geçiren, gönülleri alevlendiren ve kutsal kabul edilen bazı simgeleri vardır: ulusal marşlar, bayrak, toprak, ulusal değerler vb... İnsanoğlu, hem akıl hem de bir gönül varlığıdır. Ama onun harekete geçmesini sağlayan yanı, aklı ile geliştirdiği gönlündeki duygularıdır. Bu duygular da öylesine ortaya çıkmıyorlar. Çocukluk yıllarından itibaren beş duyusuna seslenen her öğe ile zaman içinde gönlüne çakılırlar. Bu simgeler, genellikle, güç, başarı, kazanç ve kuvvet gibi değerler içerirler. Bu yolla insanoğlu, kendini o işi gerçekleştirmiş insanlarla özdeşleşmiş olur. Ben de onun gibi Türk'üm, bu marş benim marşım vb. Biz buna yansıtma mekanizması diyoruz. İnsanlar başarılı olanları beğenir ve onlar gibi olduklarını düşlerler. Bu duygu onları mutlu eder. Yıllarca o kulaklar o marşı dinlemiş, o marşla coşmuş, sevinmiş, tüm, dünyaya kimliğini kanıtlamış ve ben buradayım demiş. Nasıl o yaşadıklarıyla o günlerde coştuysa, hafıza, duygu ve düşünceler bağlamında eşlemeler yapar ve aynı hislerin gönüllerde coşmasını sağlar.


İnsanlarda ayrıca, bir yere ait olma ihtiyacı vardır. Bunu Maslow, İhtiyaç hiyerarşisi piramidinde açıklıyor. Bu ihtiyaç, memleket meselelerinden, takım tutma ruhuna kadar her alana yansıyor. Bundan hareketle bölünmeler de ortaya çıkıyor. Bu duyguların kontrol altında tutulması, bu nedenle çok önemlidir. Kişiye ya da kişilere zarar vermesini engellemek gerekir. Hitler, bu duyguları kullanarak, insanları 2. Dünya Savaşı'na götürdü. Kitleler yok edildi. Osmanlı Devleti, ulusal simgelerin etki gücünün farkındaydı: Savaşa giden yeniçerilerin yanında çok sayıda kişiden oluşturulmuş bir Mehter Marşı alayı da giderdi. Bu durumda, askerler güçlerinin de üstüne çıkarlar ve başarılar birbirini izlerdi. Bu sayede insanların tek vücut olması sağlandığından, oluşan kuvvet, aritmetik diziyle değil, geometrik diziyle artıyordu. Bu gücün temelinde yatan, inanç gücüdür. Her ne konuda olursa olsun, inancı güçlendirilmiş insan kesinlikle başarılı olur.





Hazırlayanlar : merakediyorum google grubu, Kerem, bahadircan, coskun
Kaynak : Focus Aralık 2001 sayısında "Bana marşını söyle" başlığı ile yayınlanan yazıdan alınmıştır.

Friday, January 02, 2009

Medeniyet Tarihimizi Okutmalıyız

Mehmet Niyazi
Kütüphanede bir genç bana; "Ne literatüre girmiş bilginimiz, ne de insanlığı sarsmış sanatkarlarımız var. Biz geri zekalı bir millet miyiz? Savaşlarda ganimetle yaşamaktan başka bir şey bilmiyor muyuz?" diye sordu.

Toprağa güvenle basmak isteyen gencimiz endişesinde haklıydı. İbn Haldun; "Su nasıl suya benzerse, bir milletin geçmişi de geleceğine öyle benzer" diyor. Gencimiz, geçmişimizde bir şey bulamadığı için geleceğimizi de karanlık görüyordu.

Sosyal olaylar sebeplilik karakteri taşırlar. Eski Yunan'da kayalık arazinin nasıl çetin bir hayat ortaya çıkardığını, ölürken Socrates'in Kriton'a söylediği şu cümleden de anlıyoruz: "Asklpios'a bir horoz borçluyuz; parasını ver." Yunanlılar gözlerini toprağa dikmiş yaşarlarken akıllarını son kertesine kadar kullanmak zorundaydılar; çünkü rızıklarını o verimsiz yamaçlardan çıkarmaktan başka çareleri yoktu. Eşya da onlar için çok önemliydi. Bundan dolayı, toprağın ve eşyanın şekilleri üzerindeki orantıların bilimi olan geometri eski Yunan'da gelişti. Madde onlar için tek gerçekti. Metafizik herhangi bir hamleleri olmadığı gibi Olimpos Dağı'nda yaşayan insanın sefillikleriyle malul olan Tanrıları da maddi idi.

Çölde hayat ölüdür. Topraktan ümidini kesen çöl insanı gözlerini gökyüzüne çevirdi. Çöllerdeki gökler de bambaşkadır. Canlı, lokma lokma yıldızlar dipsiz mavilikte renk cümbüşü oluştururlar. Belli aralıklarla çölleri ziyaret eden ay, o kadar canlı, o kadar yakın görünür ki, azıcık maceraperest olanın bir kement atıp onu yere indiresi gelir. Çölün acımasızlığından bunalarak kurtuluşu göklerde arayan kullarının Cenab-ı Allah herhalde dualarını kabul etmiş ki, adını bildiğimiz büyük peygamberleri oralara göndermiş. Böylece iki farklı idrak teşekkül etti. Bilebildiğimiz kadarıyla Hindistan'dan gelip eski Yunan'da oluşan idrak müşahhas olaylarla ilgilenirken, vahiy kafası daha çok mücerret konulara yatkındı. Bunun için nasıl Yunanlılar eşya ilmi olan geometriyi geliştirmişlerse vahiy idrakli Müslümanlar da cebiri geliştirmişlerdir. Zira sayılar mücerrettir; tecrit de vahiy idrakinin en önemli özelliklerinden biridir. İfade ettiği değerler olarak da dış alemdeki geometriye karşı cebir iç alemimize yönelmektedir.

Günümüzde Batı'da kümelenen medeniyet de geometrik idrakle matematik idrakin buluşmasından doğmuştur. Bu iki farklı idrakin buluşmasında en önemli rolü İbn Sina, Farabi, Harezmi, Biruni gibi milletimizin büyük evlatları oynamıştır. Bunların eserleri yüzyıllarca Batı üniversitelerinde ders kitapları olarak okutulmuş, bilim insanlarının başvuru kaynakları olmuştur.

Birkaç yıl önce Amerika Birleşik Devletleri'nde en çok Mevlânâ'nın kitaplarının satıldığı listelerde yer almıştı. 1273 yılında ölmüş bir bilgenin, apayrı bir dünyada, farklı bir dinin salikleri tarafından, iki binli yıllarda en çok okunması, hafsalaya sığacak bir olay mıdır? Ya Türkmen mollası Yunus'a ne demeli? Hangi dinden, hangi medeniyetten olursa olsun, belli zihin seviyesine ulaşan onu sevmez mi? Ondaki derinliğe nüfuz ettikçe, insan olmanın şevkini duymaz mı?

Tac Mahal'i, Süleymaniye'yi, Sultanahmet'i, Selimiye'yi, Drina Köprüsü'nü yapmış bir ecdadın çocuklarıyız. Hiçbir millete nasip olmayan medeniyetler, devletler kurmuş cihangir bir milletin ahfadıyız. Trigonometriden çiçek aşısına kadar insanlığa çok şey hediye etmiş ataların torunlarıyız. Ne yazık ki iki yüz yıldan beri yuvarlanmadık uçurum bırakmadık. Sadece son yüzyıllarımızı bilen gencimiz haklı olarak feryat ediyor. Üniversitelerimizde "Medeniyet Tarihimiz" okutulmuyor. Yarınlara ümitle bakabilmemiz ancak medeniyetimizi bilmemizle mümkündür. İnsan moralle yaşar; büyük hamleler de o moralde gizlidir.